Evolved to Run

by Daniel E. Lieberman

Walking long distances is fundamental to being a hunter-gatherer, but people sometimes have to run. One powerful motivation is to sprint to a tree or some other refuge when being chased by a predator.

However, there is plentiful evidence that our ancestors had evolved exceptional abilities to run long distances at moderate speeds in hot condtions. The adaptations underlying these abilities helped transfom the human body in crucial ways and explain why humans, even. amateur athletes, are among the best long-distance runners in the mammalian world.

1 One of the most important adaptations for human running is our unique ability to cool by sweating instead of panting, thanks to millions of sweat glands combined with a lack of fur,

2 The human leg’s other major, novel spring is the Achilles tendon. This tendon is less than a centimeter long (about a third of an inch) in chimps and gorillas, but is usually more than to centimeters (4 inches) long and very thick in humans, storing and releasing almost 35 percent of the mechanical energy generated by the body during running but not walking,

3 None is more prominent than the gluteus maximus, the largest muscle in the human body. This enormous muscle is barely active during walking but contracts very forcefully during running to prevent the trunk from toppling forward with every step.

4  One of these adaptations is enlarged sensory organs of balance, the semicircular canals of the inner ear. These canals function like gyroscopes, sensing how fast the head pitches, rolls, and yaws and then triggering reflexes that cause the eye and neck muscles to counter those movements (even when your eyes are closed).

5 One more special adaptation for damping your head’s jiggling motions is the nuchal (neck) ligament. This strange bit of anatomy, first detectable in early Homo but absent in ape: and australopiths, is like a rubber band that connects the back o your head to your arms along the midline of your neck. Every time your foot hits the ground, the shoulder and arm from that side the body fall just as your head pitches forward. By connecting the head to the arm, the nuchal ligament allows your falling arm gently pull your head back, keeping it stable.

6 relatively short toes (which stabilize the foot)S; narrow waists and low, wide shoulders (both of which help a runner’s torso to twist independently from the hips and head)s; and a predominance of slow-twitch muscle fibers in the legs (which give us endurance but compromise speed. Many of the traits benefit both walking and running,

7 One key spring is the dome-shaped arch of the foot, which develops from the way ligaments and muscles bind together the foot’s bones as children start to walk and run.

Koşmak için Evrimleştik

İlkel toplumlarda uzun mesafeler yürümek, avcı-toplayıcı olmanın temel bir parçasıdır, ancak bazen koşmak da gerekir. Bir yırtıcı tarafından kovalandığında bir ağaca veya başka bir sığınağa doğru hızla koşmak yeterince güçlü bir motivasyon olmuştur.

Bununla birlikte, atalarımızın sıcak koşullarda orta hızlarda uzun mesafeler koşma konusunda olağanüstü yetenekler geliştirdiğine dair birçok kanıt bulunmaktadır. Bu yeteneklerin ardındaki adaptasyonlar, insan vücudunu önemli şekillerde dönüştürmeye yardımcı olmuş ve insanların, amatör sporcular bile olsa, memeli dünyasında en iyi uzun mesafe koşucuları arasında yer almasını sağlamıştır. Bu arada atlar vb hayvanlar insanları koşmada katlar diyenleri duyar gibi oluyorum; burada püf noktası bu hızlı hayvanların koşu sürelerini aşırı ısınmadan dolayı çok uzun süre koruyamadıklarıdır. Örneğin aslanlar dört dakikada pes ederken, çıtalar için bu bir dakikanın altına inmektedir. Kovboy filmlerinde ya da eski Texas-Tom Mix çizgi romanlarında görüldüğü gibi atlar belli bir süre dörtnal koşturulduğunda çatlamakta…

  1. İnsanların koşmaya yönelik en önemli adaptasyonlardan biri, sahip olduğumuz milyonlarca ter bezi ve kıllarımızın dökülmüş olması sayesinde, terleyerek serinleme yeteneğimizdir. Bu özellik, diğer hayvanlar gibi soluyarak değil, terleyerek serinlememizi sağlar.
  2. İnsan bacağına eklenen bir diğer önemli ve yeni özellik ise Aşil tendonudur. Bu tendon, şempanzelerde ve gorillerde bir santimetreden daha kısa iken, insanlarda genellikle 10 santimetreden uzun ve çok kalındır. Koşu sırasında vücut tarafından üretilen mekanik enerjinin yaklaşık %35’ini depolar ve geri yansıtır, bu durum normal yürümede geçerli değildir.
  3. En belirgin adaptasyonlardan biri de insan vücudundaki en büyük kas olan gluteus maximus’tur. Bu devasa kas, yürüyüş sırasında neredeyse hiç aktif olmazken, koşarken her adımda gövdenin öne doğru devrilmesini önlemek için çok kuvvetli bir şekilde kasılır.
  4. Bu adaptasyonlardan biri diğeri de iç kulağın yarım daire kanalları olan genişlemiş denge duyu organlarıdır. Bu kanallar, jiroskoplar gibi çalışır, başın ne kadar hızlı eğildiğini, döndüğünü ve sallandığını algılar ve bu hareketleri dengelemek için göz ve boyun kaslarını harekete geçiren refleksleri tetikler (gözleriniz kapalı olsa bile).
  5. Başın sallanma hareketlerini hafifletmeye yönelik özel adaptasyonlardan biri de ense (boyun) bağıdır. Bu anatomik özellik, erken Homo türlerinde ilk kez tespit edilmiştir ancak maymunlarda ve australopitlerde yoktur. Boynun ortasından başınızın arkasını kollarınıza bağlayan bir lastik bant gibi çalışır. Ayağınız yere her bastığında, o taraftaki omuz ve kol düşerken başınız öne doğru eğilir. Ense bağı, başınızı kola bağlayarak düşen kolun başınızı nazikçe geri çekmesini ve sabit kalmasını sağlar.
  6. Nispeten kısa ayak parmakları (ayağı stabilize eder); dar bel ve alçak, geniş omuzlar (her ikisi de koşucunun gövdesinin kalçalarından ve başından bağımsız olarak dönmesine yardımcı olur); ve bacaklarda yavaş kasılan kas liflerinin baskınlığı (bu da bize dayanıklılık kazandırırken hızı kısıtlar). Bu özelliklerin birçoğu hem yürümeyi hem de koşmayı destekler.
  7. Yaylanmamızı sağlayan diğer bir özellik de, çocuklar yürümeye ve koşmaya başladıkça ayak kemiklerini birbirine bağlayan bağlar ve kaslar sayesinde gelişen yay şeklindeki ayak kemeridir.

Ankara, 12 Aug 2024

Hap mı, Koşu mu?


BigFarma efsanesi giderek genişliyor. İlaç firmalarının insanları önce hasta edip sonra çare sunmaları senaryoları tam gazla devam ediyor. ABD başta olmak üzere önce kandaki glikoz oranının ilaç kullanma seviyesini 130’dan 100 düşürmesi, buradan yeteri kadar nemalanıp patent dönemi bitince kolesterol hikayesi ile milyonlara statin kitlemeleri ve bunun da patent hakları bitip tatlı karlar sona erince yeni çareler aramaları ortaya çıkmakta. Ne idüğü belirsiz Covid senaryosu sonrası milyarlarca aşı, testi ilaç hatta Trump önerisi ile çamaşır suyu satışları da hala soru işaretini koruyor bazı çevrelerde.

Şimdilerde yeni fakat çok daha büyük bir hedefe yönelik bilimsel(!) açıklamalar ardı ardına. Yıllarca süre gelen etkin bir zayıflama yöntemi arayışı diyetler, egzersizler derken nihayet insanların en kolayına gelecek bir yöntemle halledilecek gibi lanse ediliyor. US FDA tarafında daha önce diyabet hastaların kullandığı  2021 yılında onaylanan iğne şeklindeki bir ilaç(!) obezitenin bir hastalık olarak tanımlanması sonrası epey ses getiriyor.

Bu konudaki araştırmalar devam ederken yapılan açıklamalar “semaglutide” enjektesinin (Semaglutid  glukagon benzeri peptid-1 reseptör agonisti olarak, insülin üretimini artırarak kan şekeri seviyesini düşürüyormuş) zayıflama konusundaki etkinliğini göklere çıkarmakta. Bu şekilde zahmetli ve yorucu egzersizler ve bıktırıcı diyetler ve yaşam tarzındaki değişiklikler yerine bir iğne ile sorunu kökünden halletmişler.

Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere. Bu ilacın aylık maliyeti 1.000 USD (Türk parası ile 30.000 TL) ve ölene kadar kullanılması gerekiyor. Yani bir kaç ay kullanıp zayıflayayım derseniz olmuyor, bırakırsanız yüzde elli fazlası ile geri geliyor kilolar.

Şimdi biraz matematik ve business: Sadece ABD %70 obez, bunu gözlerimle de gördüm, herkes de görebilir. Bunun için öyle büyük hesaplar, istatistiki yaklaşımlar gerekli değil. Sadece bir alışveriş merkezi önünde alışveriş yapan eşinizi beklerken gelen obezleri saymanız yeter. Hadi %50 potansiyel müşteri olsun. Yani 170 milyon obez amerikalı. Aylık 170 milyar dolar, yıllık 2 trilyon dolar.  Bizim bütçenin 3 katı. Bunu bir de dünyaya yaydınız mı ilk 10 ülke GDP (65 Trilyon USD) haricinde tüm 190 ülke GDP toplamı (35 T-USD) bir bütçe.

Bir taraftan yine trilyonlarca dolar junk-food ve yine trilyonlarca dolar sanal alem de oturma karşılığı trilyonlarca dolar ile şişirilen insanlar buna karşılık bunları biraz hafifletme için trilyon dolarlar. İnsanlar arada pinpon topu gibi gidip geliyor, özellikle gelişmiş ülke garipleri. Gelişmemiş insanlar bu oyunda çok karlı ne kilo aldıracak paraları var ne de bu kiloları atma gereği, zaten yemedikleri ve sürekli mecburi spor yaptıklarından yürüme, çalışma…

Konuyu biraz deşince bu konudaki yazıların genelde, her ilaç da olduğu gibi, bu ilacın patentini elinde tutan BigFarma denilen arkadaş kontrolünde olduğu hemen anlaşılabiliyor; ya kendi sitelerinde ya reklam verdikleri mecralarda ya da bitr şekilde etkiledikleri bilim insanları yazılarında.

Farmakolojik açıdan her ilacın bir çaresi yanında bonus olarak sunulan bin yan etkisi burada da ortaya çıkar yakında, yok mide, yok böbrek, yok demans. Halbuki homo sapiens açlık dönemlerinde kullanmak üzere stoklu olacak şekilde evrimleşmiş. Kimi stok alanı daha fazla kiminin az. Bunlara set çekmek ilkokul fen-bilgisi dersindeki vücut sistemlerinde bile açıkça zarar olduğu yazılıyor.

Bitcoin türevleri  olayında olduğu gibi ya da en meşhur Banker Kastelli bize kolay para kazanmanın risklerini mecaz ederken, daha da kıymetli ve varlığımızın, mutluluğumuzun dayanağı sağlığımız konusunda kolayca kilo vermek (banker olaylarında kazanma varken, burada kayıp önde) bu kadar kolay olmasa gerek.

Bence bu kolay yollara gitmektense 3-4 gün, günde bir saatçik hareket çok daha ucuz, kolay, risksiz hatta üstüne sağlık, sosyal, psikolojik her açıdan daha olan en basit bir koşu ilacı acısız ve reçetesiz daha iyi olmaz mı?

Eskişehir, Aug 9,2023

Yapay zekalar Chatışıyor

2023 artık AI-Artificial Intelligence-yapay zeka ne derseniz deyin iyice su yüzüne çıkmaya başladığı dönem oldu. Özellikle bu işin merkezi ABD, hatta da zoomlarsak Silicon Valley’den çok uzakta teknolojinin ancak kırıntılarını takip edebilen bir mevkide ve anlayışta yaşamaya çalışan bizler için buz dağının üstünü bile görebilmek büyük gayret gerektiriyor.

Robotlar uzun süredir çevremizde. Çevremizde derken yine ABD’de askeri ortamlarda, savaşlarda drone ve mayın tarayıcı olarak donanım olarak vardı, zaten. Yeni olan ya da bizim yeni görmeye azıcık ucundan kullanmaya çalıştığımız AI, chatGPTB, Bard ve diğerleri yıllarca alışık olduğumuz Google, Yahoo, Safari gibi arama motorlarını pasif bir arama motorundan çıkarıp karşılıklı sohbet edilebilecek, bir çok konularda danışa bileceğimiz belki insan danışmanlardan çok daha geniş kapasiteli, bu hali ile bile, sür’atli, kapris yapmadığı gibi her türlü kaprisimizi çeken, kızıp küfür etsek bile(ben yapmam da) özür dileyen bir muhatap oluşturdu.

Derdinizi açabilirsiniz, her konuda sohbet edebilirsiniz. Sınav ve ödev sorularınıza mükemmel yanıtlar alabilirsiniz. Hatta benim yaptığım gibi sınav sorularını konu, seviye, sayı ve yöntemini belirterek birkaç saniyede alabilirsiniz. 

Bu daha benim beleş olarak kullandığım chatGPT3. Bard’dan fazla yararlanamıyorum nedense. Daha bunun paralısı chatGPT4 var resim eklenen ve bu yılın sonuna gelecek video işleyebilecek GPT5 var. Şimdilerde bahsedilen GPT6’nın nelere kadir olabileceğini bilemiyorum.

Yakında bu chatGPT ve benzeri özel alanlarda yetiştirilmiş chatbotlar her türlü teşhis, tedavi tıp alanında, hukuk alanında tüm kanunları ve içtihatları ezbere bilen ve anında derleyebilen, eğitim alanında bin tane öğreticiden çok daha etkin ve kısa sürede talebe yetiştirebilen, dil öğreten, çocuk eğleyen, psikolojik danışmanlık veren, finansal durumunuz ayarlayabilen hatta aile içi ilişkileri hatta toplumlararası ilişkileri de en rasyonel biçimde yönlendirebilen halde ve çok yaygın olarak hayatımıza girecek.

Bu anda hemen karşı fikirler çıkıyor ortaya tabi. Yeni öğrendiğim GPTZERO bunlardan biri. GPTZERO yüklediğiniz dokümanların gerçekten insan tarafından mı yoksa AI kaynaklı mı olduğunu belirlemek üzere tasarlanmış. Son zamanlarda uzaktan sınavlarda ya da ödevlerde yan tarafta soruları chatGPT’ye sorma modası yaygınlaşmış, bilimsel yazılar, doçentlik, profesörlük kitapları garibim chatGPT’ye yaptırılır olmuş, hatta arkadaşlara samimi mektuplar, kutlama mesajları hep bu dilsiz uşağa yaptırılır hale geldiğine dair kuvvetli deliller var.

Şimdilerde bir çok üniversite eskiden “plagiarism” yani aşırma denen internetten ya da mevcut yayınlardan yapılan alıntıları denetlerken bu GPTZERO ile bunun AI yani bilgisayar sohbet robotu tarafından mmı yoksa normal homo sapiens eliyle mi yazıldığını denetlemeye başlamış.

Ben iki GPT’yi Chatıştırıyorum şimdilerde. Şöyle ki önce bir metni GPTZERO soruyorum, eğer bu makine tarafında yazılmış raporu veriyorsa, chatGPT copy-paste yaparak bak bunun senin tarafından yazıldığı çakılmış, biraz basit hale getir de anlamasınlar yeniden yaz diyorum. Onun yazdığını bu kez GPTZERO tekrar soruyorum. Böylece Chat’leri Chatıştırarak bişeyler kapmaya çalışıyorum.

Nasıl mı?
Önce GPTZERO tarafından AI yazımı olduğu idda edilen bir pasajı chatGPT’den rica ettim. Oda bana, ne demek, emrin olur anlamında

dedi ve pasajı yeniden düzenledi, güya GPTZERO kandıracağız.
Yemedi GPTZERO :

Altına da şunları ekledi:
The nature of AI-generated content is changing constantly. As such, these results should not be used to punish students. While we build more robust models for GPTZero, we recommend that educators take these results as one of many pieces in a holistic assessment of student work. 

“Practice makes perfect”. Ne kadar doğru. Şimdi şöyle bir yöntem buldum, kendi yazdığım bir pasajı daha düzgün olması için chatGPT verirken, fazla oynama, sadece gramer açısından ve çok önemli bir hata varsa müdahale et, yazıyorum. Sürpriz! İşliyor…

Bu daha başlangıç, daha neler göreceğiz. 2030’dan sonra artık olay tamamen AI kontrolüne girecek gibi. Bu nedenle enstitüler, öğretmenler, danışmanlar, bence, öküz altında buzağı aramak yerine bu tip mevcut “tools” mümkün olduğunca teşvik ederek en uygun destek ile gelişmeye katkıda bulunmalılar.

Ankara, 26 Temmuz, 2023

EpiGenetic-Koşma-Yaşam Kontrolü

Mevcut Genetik Yapımız-DNA yapısında bulunan genlerin işlevsel hale gelip-gelmediğini ya da nasıl çalıştığını inceleyen ve bu konularda aktif rol almaya çalışılan Biyoloji-Genetik-alt bilim dalı olarak tanımlanmakta, EpiGenetik.

Bu tip yeni kavramlarda sürekli etimolojik kökene bakmak konuyu daha baştan anlamaya yardımcı olmakta: “Epi-” öneki Türkçe tıp sözlüklerde üstünde, üzerinde olarak geçmektedir. Ancak yabancı kaynaklar ve özellikle bu konuda çalışma yapan EpiGenetic üzerine kitapları ve yayınları bulunan Prof. Nessa Carey EPİ önekinin Yunanca “on, in addition to, as well as” gibi bir kök anlama geldiğini yazmakta. Ona göre  “epigenetics” genetik olarak bir olay tam olarak açıklanamadığında ilave olarak devreye giren başka bir özellik olarak tanımlanabilir.  

Bu konu bundan sonra gelecek hastalık ve koşu dizileri için temel oluşturması ve tümü üzerinde etkileri olacağından, bilimsel bir dilden çok basit, temel kavramlarla ilgili kısa bilgiler de yararlı olacaktır.

Bilindiği gibi hücre her insanı oluşturan temel yapı taşı. Bu vücut içinde oluşturulacak tüm faaliyetler için gerekli direktifler hücre çekirdeğinde bulunan bir kimyasal DNA- deoxyribonucleic acid, üzerinde yazılıdır. Biz insanların DNA’sı yaklaşık üçmilyar harf-nükleotid çiftinden oluşmakta.

Bu harfler yanyana gelerek bizim gelişmemizi, gerilememizi, hastalanmamızı, tipimizi, psikolojimizi kısaca yaşam yönergemizi belirliyor. Sadece insan mı? Hayır, tüm canlılar bu temel üzerine oluşmuş ve türler arasındaki farklılıklar çok fazla değil.

Bu üçmilyar harf-nükleotid 20.000+ sayıda gen oluşturmakta. Genler artık harflerden kelime ve cümleye geçişe benzetilebilir. Bu cümleler yaşamın sürmesi için gerekli proteinleri kodlamakta. Hücreler bu genlere göre gerekli ya da gereksiz proteinleri üretmekte. Bu proteinler hücrelerimizin ve organlarımızın yapı taşlarını oluşturmakta, deri, saç oluşumu, hemoglobin, vücut işlevlerini kontrol eden hormonlar, hep bu proteinler sayesinde oluşuyor.

Burada dikkat çekici bir nokta: İnsan vücudu yaklaşık 70-100 trilyon hücreden oluşmakta, yapıya, vücudun büyüklüğüne göre ve her hücredeki DNA birbirinin aynısı, aynı harflerden oluşuyor. Ancak beyin hücresi beyini, deri hücresi deriyi, göz hücresi gözü oluşturuyor. Bu konular halihazırda çok karmaşık ve üzerinde çalışılan milyonlarca proje ile her gün yeni bir keşif yapılıyor. Moleküler Biyoloji ve Genetik olarak sınıflanan Biyoloji alt dalında çeşitli alt disiplinlerde ve spesifik olarak özel konularda araştırmalar yapılıyor.

EpiGenetik devreye girdiğinde bu genlerin kontrol edilme disiplini ortaya konulmaya çalışılıyor.Diğer bir değişle her hücrede bulunan bu 20.000+ genin açılıp işlevsel hale gelmesi ya da sessizce durup beklemesi yönetiliyor. Bu nasıl başarılıyor? Bir aleti çalıştırmak için düğmesine basıp açıp kapatabiliyoruz. Vücudumuzda da böyle düğmeler olsa diye bazen düşünmez miyiz, bir gürültü duymak istemediğimizde ya da bir acıdan kurtulmak için, ya da şişmanlamamak için? Aslında  genlerimizi istediğimizde açmak istemediğimizde kapatmak mümkünmüş. Nasıl? EpiGenetik sayesinde: Ne yediğimiz, nerede yaşadığımız, kimlerle temas ettiğimiz, uyku düzenimiz ve en önemlisi seçtiğimiz yaşam şekli, EGZERSİZ yapan aktif bir olmak, ya da koltuklara yapışıp TV, şimdilerde ipad bağımlılığımız, SİGARA ve diğer kötü alışkanlıklarımız. Bütün bunlar genlerimizin açılıp kapanmasına neden olacak kimyasal DNA modifikasyonu nedeni olarak bulunuyor son araştırmalarda. Daha bir yıl öncesine kadar dayatılan şeker hastası oldunuz bundan sonra ilaç ve kontrol üzerine yaşamanız gerekli diyen tıp biliminde Prof. Canan Karatay tarafından getirilen “diyabet (şeker) ve kanser hastalığının bilinenin aksine genetik değil, yanlış beslenme ve zararlı besinlerden dolayı ortaya çıkar” yorumu EpiGenetik açısından milyonların yaşamını etkileyen doğru, cesur ve bilimsel çıkışlardandır. Alzheimer, Kanser ve daha bir çok yaygın hastalıkların, yine benzer şekilde normal ve sağlıklı durumundan çıkarılan genlerin devreye girmesi ile oluşmakta olduğu son araştırmalarda ispatlanmış bilimsel gerçeklerdir.

EpiGenetik sayesinde şimdilerde sekiz milyara dayanan insanoğlunun her biri benzersiz kılınmıştır, hatta tüm DNA yapısı birebir aynı olan tek yumurta ikizleri bile farklı yapı, hastalık ve yaşam sürecine sahiptir. Bunun anlamı doğduğumuzda bizim ana-babamızdan gelen genlerle alnımıza yazılı olduğunu düşündüğümüz, kaçınılmaz olarak, kalp, şeker, kanser hastalığına tutulacağımız, psikolojik durumumuz, yaşam süremizin artık bir kader olmadığı, EpiGenetik sayesinde bunları kontrol altına alabileceğimiz, kötü durumları ortadan kaldırarak olumsuzlukları olumlu hale çevirebileceğimiz, bunu da önce kendimiz sonra çevremizle ilgili alacağımız karar ve uygulamalarla başarabileceğimiz ortaya konulmaktadır. İnsanoğlu en azından teorik olarak  kanser, obezite, yaşlanmayı yavaşlatma gibi konuların elinde olduğu, olacağı bir dönemden geçmekte, daha ötesi ise bunların iyi yönde ve istediğimiz biçimde yönlendirme tekniğine erişmesi.

Prof. Carey tarafından verilen bir benzetme ile olay çok daha basit bir hale getirilebiliyor: Yaşam elimize verilen bir senaryo; hücreler, DNA, genler, vb aktörlerimiz.  Bu senaryo ile eskiden çekilen bir filmin 30 yıl sonra başka bir yönetmen ile çekilmiş halini karşılaştırıyor. İlkinde renksiz, siyah-beyaz çok daha farklı bir film, ikincisinde artisler, renk, manzara, efektler tamamen farklı bir film, senaryo birebir aynı. Burada yönetmen biz oluyoruz ve konulan en son araştırma bulgularına göre yaşamımızı renklendirip güzelleştirmek için çok basit iki seçenek kalıyor:1. Spor Yap-Koş-sağlıklı Ye-Çevreni Temizle  2. Ye-İç-Yat-Sonucuna Katlan

Epigenetic Etkiler
Tüm bunlardan daha önemli bir konu da “epigenetic” olarak elde edilecek ve aktarılabilecek özellikler. Genlerin işlev yapma sırasında etkilendikleri çevresel ve rastlantısal anahtarlamalar ile genotip aynı olmasına rağmen fenotip değişimler, nesilden nesile de aktarılabilmektedir. 

Bunun konumuz üzerinde yorumu ise: Doğuştan aktarılan DNA yapımız ve genlerimiz bizim yapımızı, hastalıklarımızı, zekâmız, diğer biyolojik ve buna bağlı psikolojik oluşumumuzu şekillendirirken, ilave olarak yaşam biçimi, yediğimiz-içtiğimiz, çevremiz ve diğer bilinmeyen rastlantısal etkilerle bu genlerin işlevi sırasında oluşturacakları değişiklikler hem bizim yaşantımızı etkilerken, bizden sonraki nesillere de aktarılabilmekte olduğu. Altmış yaşından sonra bile spora başlansa, 60 yıllık DNA’mızın “Gen expression-Gen İfadesi” değişebilmekte, yani bu yaştan sonra yıllar içinde oluşan biyolojik ve buna bağlı psikolojik yapımız değişebilmektedir. Bu değişim spor yapma ile oluşuyorsa çok olumlu yönde olmakta, beyinde yeni nöron yapıları oluşmakta, kalp kasları, diğer kaslar, kemik yapısı, endokronolojik oluşumlar hep olumlu yönde gelişmektedir. 

Altmış yaşında elde edilebilecek bu olumlu kazanımlardan daha önemlisi ise henüz  potansiyel anne-baba konumunda olan gençlerin egzersiz-koşma ile elde ettiği epigenetic yapıyı çocuklarına aktarabilme şansı; kendi anne-babadan hasbelkader gelen genlerin bir kader olarak kalmayıp hem kendi yapımızda hem de gelecek nesillerde değiştirilebilmesi.  Bu durumda bilimsel gelişmeler ve araştırmalar spor yapma-koşma-egzersiz işlevini artık kişinin kendi bileceği iş olmaktan çıkarıp gelecek nesiller için mevcut DNA’mızın geliştirilmesi ve çocuklarımızın daha sağlıklı olması için bir gereklilik olarak önümüze sürmektedir. 

Kısaca spor-egzersiz yapmakla: Kendi biyolojik ve psikolojik yapımızı olumlu yönde değiştirebilme olanağı, gelecek nesillere düzeltilmiş fenotip oluşturabilecek epigenetic yapı aktarmayı, hâlen çocuklarımız varsa yine sporla epigenetic yapılarını değiştirebilmeyi ve bu noktadan itibaren artık kaç nesil gelecekse hepsinde etki bırakmayı, ister kalp, ister şeker, isterse psikolojik hastalıklar; OKB, depresyon, dementia (Alzheimer, Parkinson vb) kayıtlardan silmeyi sağlamış oluyoruz.

Egzersiz Nedir? Neden Yapılır?
Egzersiz vücutta depolanan karbonhidrat, yağ yakımı ile oluşan enerji kullanımı ile  kasların kullanılması işidir. Kabaca iki ana kategoriye ayrılabilir: Aerobik egzersizler, birçok kasın katılımıyla, belli bir düzende sürekli tekrarlanan hareketler şeklinde tanımlanabilir; yürüme, koşma, yüzme, bisiklet sürme ve kürek çekme. Rezistans egzersizi ise, bir dirence karşı veya ağırlıklar yardımıyla kas kuvvetini artırmaya yönelik hareketlerdir, ağırlık kaldırma, spor salonundaki aletler, elastik bantlar ve vücudun kendisi. 

Egzersiz faydaları: Üstün form düzeyi, kalp ve solunum sistemleri (cardiovascular) kapasitesi sağlığı (aerobik); kas kütle ve direncini artırma, kas kaybını engelleme( rezistans) esneklik, kemik yoğunluğunu, olumlu ruh hali (haleti ruhiye), ayrıca depolanmayıp harcanan kalori sayesinde kilo kontrolü olarak sıralanabilir, bunlara bağlı binlerce faydaları genelleştirilerek.

Bu sitedeki daha önceki yazılarımda çok genel olarak belirtilen spor-sağlık konularındaki yazı,fikir ve yorumlara ilave olarak daha sistematik ve disiplinli bir şekilde, her türlü hastalığın  öncesinde-koruma hekimliği kapsamında, sırasında-iyileşme için, sonrasında-kayıpları karşılama, açılarından spor ve koşma ile mukayeseli incelenmesi ile faydalı bir seri oluşturmayı amaçlıyorum. İnternet sitelerinde sporun ve koşmanın faydaları hep genel bir şekilde ve tüm hastalıları kapsayacak şekilde yer almakta. Ancak bu şekilde bire bir karşılaştırmada daha bilimsel, odaklı ve güncel yazılarla elde edilebilecek faydalar ortaya konulmaya çalışılacaktır.

Bu kapsamda gelecek yazı başlıkları şimdilik:
Alerjilerden Koşarak Kurtulma
Dizler ve Koşu-1
Dizler ve Koşu-2

Kalp Sağlığı ve Koşu
Obezite ve Koşu
Diabetes Mellitus ve Koşu
Migren ve Koşu
Yüksek Tansiyon ve Koşu
Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Koşu-1
Obsesif Kompulsif Bozukluk ve Koşu-2
Kolesterol İyi-Kötü ve Koşu
-Immune sistem ve Koşu
Guatr-Troid ve Koşu
-Yaşlılık, Longevity ve Koşu
-Akıl Sağlığı, Alzheimer, Parkinson, Huntington ve Koşu
Helicobacter pylori-Ülser ve Koşu
Kas hastalıkları, Myo-pathy, Myo-sitis ve Koşu
Beslenme-Diyet ve Koşu
-Endokronoloji ve Koşu
-Stres ve Koşu
-Uyku Bozuklukları ve Koşu
Göz, Görme, Katarakt ve Koşu
-Okul Başarısı ve Koşu
-Yaşamda Başarı ve Koşu
-İnovasyon ve Koşu
-Motivasyon ve Koşu
-Sosyalleşme ve koşu
-Alkolizm ve Koşu
Tembellik Hastalığı ve koşu
Yaşamkent, 20 Nisan 2018

CRISPR

The Human Genome Project (HGP) insanlık tarihinin en önemli başarılarından biri değil, en önemlisi ve geleceği en fazla şekillendirecek bir başarı projesidir. Nisan 2003 tarihinde 13 yıllık bir çalışma ve yaklaşık 3 milyar dolar bütçe ile gelmiş-geçmiş en etkin bilim adamı olarak görülebilecek Craig Venter ve ekibi tarafından  tamamlanmıştır. Evrenin ucu, başı, paralel evrenleri gibi sonsuz uzun mesafeler ve erişilmesi güç makro hayaller yerine, Homo Sapiens iç varlığına yönelik bu proje ile evrenin sonsuzluğu yerine nano seviyelerde dolaşan insan genom haritası okunabilmiştir.  Bu şekilde binlerce yıldır bahsedilen alınyazımız denilen olgunun, bizim dışımızdaki etkenler bölümü haricinde kalan kısımları okunmaya başlanmış ve nasıl oluştuğumuz, geliştiğimiz anlaşılmıştır.

Bu tarihten sonra gelişmiş ülkelerde en önemli araştırma alanı olan MBG, mikrobiyoloji ve genetik, alanında yine insanlığın geleceğini ve kaderini şekillendirecek çalışmalar çok büyük bir hızla devam etmektedir. Bu çalışmalar, artık, ortaya koyulan ve 3.1 milyar harften oluşan insan DNA yapısında insanın özellikleri, hastalık yaratan genetik yapı, ihtiyarlık nedenlerini bulma ve değiştirmeye yönlenmiştir. Çeşitli gen şekillendirme teknikleri, öncelikle deney hayvanlarında, embriyolarda ve sonrada artık çoluk-çocuk tüm insanlarda denenmeye başladı.

Bunlardan bir tanesi ve bugün için, 2017 yılı, en etkili, en pratik, en ekonomik ve uygulanabilir olanı CRISPR tekniği  (2012 yılında yayınlanan bir çalışma ve tekniğinin) artık insanlar üzerinde uygulanabilir hale getirilmesidir.  İki bilim kadını, Berkeley Universitesi , Prof. Jennifer Doudna ve Max Planck Institute Prof. Emmannuella Carpentier,  tarafından geliştirilen CRISPR tekniği sayesinde “Artık 2003 yılından beri okumayı başardığımız (biz diyerek  insanoğlu olarak bu kefeye kendimi koymak zevkli oldu, ancak keşke böyle bir projenin kırıntısında bile bulunabilse idim) İNSAN GENOMU YENİDEN YAZILABİLİR, Düzeltilebilir, İstenildiği gibi Şekillendirilebilir” hale getirilmiş oldu. A new study has found that Crispr-Cas9, also known as 'Crispr', can introduce hundreds of unintended mutations into the genome. The technique, which precisely changes small parts of DNA, has previously raised hope for more powerful gene therapies (stock image)

CRISPR- Clustered Regularly Interspaced Short Palindromic Repeats – olarak kısaltılan ve Türkçesini yazmaya gerek ve yeter şart bulmadığım bu teknik sayesinde herhangi bir canlı hücresindeki DNA yapısı bilgisayarda yazılan kodlarla değiştirilebilir hale gelmiş oluyor. Yani bizi oluşturan yapı taşlarımızı istenen kodlarla değiştirilebilecek, bu tekniği kullanacak bilim adamları, ülkeler. Örneğin ALS (amyotrophic lateral sclerosis) hastalığına neden olan gen mutasyonu ANG genindeki bir harf mutasyonu (değişimi) sonrasında olduğu değerlendirilmekte. Bir çok farklı genlerde başka tip mutasyonlardan da şüpheleniliyor:  C9orf72 genindeki bir mutasyon ABD’deki ALS hastalığından %30-40 oranda, dünya genelinde ise  SOD1 geni  %15-20 oranında sorumlu tutuluyor.  C9orf72 genindeki  “GGGGCC” segmentindeki bir mutasyon,  yani kodlanan bu 3.1 milyar harften (nükleotid) biri “G” yerine” “A” olunca bu hastalık ortadan kalktığı gibi artık düzeltilen bu genom yapısı gelecek nesillerde ve bir daha ki mutasyona kadar, tekrar olursa tabi yüz milyonda bir olasılık, ortadan kaldırılmış oluyor; bu kadar basit(!)  Bu kromozomdaki gen lokasyonu aşağıdaki şekilde verilmekte, 9 ncu kromozomda.

Cytogenetic Location: 9p21.2, which is the short (p) arm of chromosome 9 at position 21.2CRISPR tekniği bakterilerin virüslere karşı bir korunma mekanizmasının takibi sonrası geliştirilmiş. Şöyle ki: Virüs bir bakteri içine kendi DNA’sını bıraktığında, bakteri buna karşı bir savunma mekanizması geliştirmiş. Gelen bu DNA’yı kesip etkisiz hale getiriyor. Kestiği bu DNA parçacığı dizilimini kendi DNA’sına ekliyor. Bir daha ki sefere virüs DNA bıraktığında kendi DNA’sı üzerindeki bu diziye benzediğini RNA ile eşleştirerek anlıyor ve tamam bu düşman dediğinde CAS 9 adlı bir proteinle birlikte bu gelen DNA’yı kesip atıyor. İşte bu olaydan yararlanan bilim insanları aynı tekniği biraz geliştirerek CRISPR’ye erişmiş. Bilgisayarda değiştirilmek istenen kodlar yazılıyor, sonra bunların yerine gelecek dizilim de yazılıyor. İkisi birlikte CAS 9 proteini içinde hücreye gönderiliyor. CAS 9 protein tüm DNA’yı baştan aşağı tarıyor. Bu esnada üzerinde taşıdığı RNA anahtarı sayesinde önceden kodlanan ve yüklenen diziye uyan DNA segmentini bulduğunda bu  protein tam o boğumdan  kesiyor DNA’yı. ve arızalı parçayı çekip çıkarıyor. Kesilen yere yine önceden bilgisayarda kodlanan ve sağlam yeni DNA dizi parçası ekleniyor. Hücre kendi DNA’sını hemen onararak bu dizinin karşısına eşleniğini (A<->C; G<->T) kendi örüyor. Böylece bilgisayarda önceden yazılan tüm kodlar insan ya da başka canlı DNA’sındaki ile değiştirilebiliyor. Yani kendini kendin biçip istediğin şekilde yeniden dikiyorsun.

Image result for CRISPR

Bu işlem sadece bir yerde değil bir çok kez tekrar eden dizilerde uygulanıyor. Çünkü DNA’da diziler belki onlarca, yüzlerce kez aynen tekrar edilir halde. Eskiden bunları birer birer değiştirmek gerekirken, bu teknikte CAS 9 ve RNA ikilisi bir geçişte tüm DNA tarayarak değiştirilecek tüm dizileri kesip yerine yenisini ekliyor.

Şimdilik sınırlı sayıda hücrede ekonomik olarak uygulanabiliyor. Yetişkin bir insan vücudunda 100 trilyon hücre olduğundan tüm hücrelerin kromozomlarında bu değişikliklerin uygulanması şimdilik zamanla sınırlı. Ancak yetişkin insanların tüm hücrelerinde bu işlemin uygulanması da gerekmiyor. Örneğin genetik bir kan hastalığında sadece kan hücrelerindeki kromozomlardan yüzde 30-40’ını bu şekilde değiştirmek hastalıktan hem fenotip hem de genotip olarak kurtulmak için yeterli (Normal insanda 5 lt kan oluyor, her mililitrede 4-6 milyon hücre var; yani 20-30 milyar kan hücresi varmış.) Bu hücrelerdeki gerekli sayıda değişiklik yapabilecek makine ve teknik halihazırda mevcut gibi. 

Ancak embriyo seviyesinde – insanın oluştuğu embriyo (blastocist) 5 gün sonra sadece 70-100 hücreden oluşuyor-  yapılacak bir CRISPR girişiminde kolaylıkla tüm hücredeki kromozomlardaki tüm mutasyon geçirmiş diziler kolaylıkla değiştirilebiliyor (İstenirse tabi performans yükseltme maksatlı değişiklikler de yapılabilir.) Nitekim 9 Mart 2017 NewScientist  “A team in China has corrected genetic mutations in at least some of the cells in three normal human embryos using the CRISPR genome editing technique” haberi ile ilk uygulamaların başarı ile gerçekleştirildiği anlaşılmakta. Bu şekilde belirli bir mutasyona uğramış hasta genotipli bir sperm ile döllendirilen yumurta sonrası oluşan embriyoda ortaya çıkan ve babadan aktarılacak hastalık nedeni mutasyonlar daha bu safhada ebedi olarak ortadan kaldırılmış oluyor. 

CRISPR study findings hint that the future of ‘designer babies’ may still be far off

Ne demek bütün bunlar?

  • Tüm genetik hastalıklardan hem kendimiz hem gelecek nesiller için kurtulma, Kanser, ALS, MS, HIV , 
  • Kendimizi “EDIT” leyebilme, Hussein Bolt, şimdilerde ise Ramil Guliyev’den bile hızlı koşabilmek, sonsuz IQ, müzisyen, ressam olabilme…
  • Hayvanlardan hastalık yapıcı özellikleri kaldırma
  • Hayvan organlarını insana transplant yapacak şekilde değiştirme
  • Süper bitkiler geliştirebilme
  • Tüm beslenme ve yaşayış tarzımızı değiştirme, bazı organların kullanım dışı bırakılması, yemek içmek anlayışı değişmesi
  • Obezite ortadan kalkması
  • Uzayda ve her türlü ortamda yaşayabilecek modifiye Homo Sapiensler
  • Çok etkili ilaç geliştirme
  • Sipariş üzerine süper bebekler, Homo Sapiens 2.0, 3.0….
  • Yaşlanmayı durdurma ve geri çevirme,

Daha neler, biz bekleyip göreceğiz, onlar çalışıp bunları geliştirirken.  Hayallerle bile sınırlı değil, çünkü olacakların hayalini dahi kuracak bilgi seviyesinde değiliz. Bilemiyorum bizlere de düşer mi?  15. Ağustos,2017,Ankara

Deneyim Aktarımı

Homo-Sapiens_Sapiens gelişimi ve bugünkü modern, teknolojik toplumlara dönüşmesi öğrenme becerisi ve bu beceriyi bir sonraki nesillere aktarmada iletişim becerisi olduğu teoriden öte bir gerçektir. Yazının olmadığı dönemlerde sözlü ve öncelikle küçük topluluklar içerisinde, göçler sayesinde de diğer bölgelere toplumlara bizzat göstererek deneyim ve bilgi aktarımı sayesinde bu günlere gelinmiştir. Klasik bir deyişle son 20-30 yıldaki iletişim vasıtalarının inanılmaz yükseliş ve bu vasıtaların baş döndüren fiyat düşüşleri nedeniyle an alt gelir seviyelerdekiler tarafından bile erişilir hale gelmiş, getirilmiş olması sayesinde internet ortamında her türlü bilgi, belge, deneyim, öneri, sohbet ya da bilimsel makaleler, resimler, videolar halinde kullanıma hazır halde ve evrenimiz gibi sürekli genişler haldedir. Şu anda bir enstrüman (bilgisayar, mobil telefon) vasıtası erişilebilen  kişisel ve bulut ortamlarındaki sonsuz dijital bellek ortamına çok yakın bir gelecekte doğrudan erişim sağlanacağı mevcut projeler ve deneysel uygulamalar kapsamında aşikardır.

Ancak bu kadar geniş depolama kapasiteli, nerede ise sıfır hatalı ve tam olan, eksik nokta kalmamış, unutma ya da hatırlamama diye bir sorunu bulunmayan dijital bellek çeşitliliği ve etkinliği tartışmaya açıktır. Şu anda hiçbir bilgisayar, internet sitesi size bir babanın, bir ağabeyinin, bir danışmanın, bir rehberin farkında bile olmadan  sahip olduğu bellek çeşitleri: Kısa-süreli bellek, görsel bellek, anlatımsal bellek, olaysal bellek, uzun dönem bellek, bildirimsel bellek, gerçekler, olaylar,  (short-term, visual, transactional, episodic, long-term, declarative, facts, events, nouns, verbs, traumas impressions, pictures, feelings)  gibi çeşitli sınıflara ayrılabilecek bellek yapısı sayesinde yılların deneyim ve bilgisi ile elde ettiği ve genelde sunmaya hazır olduğu süzülmüş, ayrıştırılmış, yanılgılarla ve/veya doğrulukla test edilmiş,geçmişi yeniden canlandırarak gelecek için stabil bir bilgi paterni oluşturma potansiyeline ve kapasitesine sahip değildir, şimdilik. Mevcut altyapı ile internete girip şu derdim var diye arama yaptığınızda çok genel ve çoğunda biribiri ile çelişkili önerme ve yorumlarla karşılaşırız, her ne kadar internet “bana ne senin derdinden” diye yanıt vermese de. Hatta çok belirgin ve teknik konularda bile çok sağlıklı bilgiye erişemeyiz, bir çok yerden bu bilgilerin derlenip üzerinde düşünülmesi gerekir. Diğer taraftan İngilizce dışında bilgi bulabilmek de çok zor ve nadirdir. Genelde Türkçe bir arama yapıldığında karşımıza çıkan ya birbirini tekrar eden ve tamamen aynı olan sayfalar ya da çok eskilerde tercüme edilmiş makaleler çıkar, bazı felsefe ve özel konular dışında.

Bu nedenle çok önemlidir deneyimden yararlanmak. Tam bu konularda düşünürken Can Yücel’in şiiri çıktı karşıma. can_yucelBu olayı bu kadar özet, bu kadar net, bu kadar veciz anlatan bir anlatıma rastlamamıştım. Aslında bunun üzerine yazı yazmaya gerek kalmamasına rağmen, bir kaç satır yazmanın da zararı olmayacağını düşündüm. Kendimizin bile kendimizi tanımadığı, dinlemediği bir yapıda başkaları tarafından vızıldanan köhnemiş fikirlerin en yakın bile olsa insanlar tarafından ciddiye alınması ve hatta dinlemek için vakit ayırmaları bile gereksiz diye düşünülür. Ancak olaylar ve gerçekler böyle değildir. Bir kere bir nesil içerisinde pek fazla bir değişiklik yaşanmaz, özellikle sosyal konularda. Her ne kadar teknoloji hızla ilerlese de, bazı kültürler daha muhafazakar olduklarından, evlilik, arkadaş seçimi, meslek seçimi, okul seçimi, büyük-küçük ilişkileri çok daha yavaş değişirler; sorunlar genelde benzerdir. Belki yetmiş-seksen yıl önce henüz şehirleşme başlamadan, nüfus 30 milyon, şehirde yaşayanlar yüzde yirmi-otuz olduğu döneme göre yirmi-otuz yıl öncesi artık başta İstanbul olmak üzere tüm büyük şehirler tıka basa dolmuş, yaşam alanları küçülmüş, çevre, tabiat diye bir şey kalmamış, insanlar tıkış-pıkış yaşamak zorunda bırakılmıştır.  Artık köyden, kırdan şehre akacak fazla insan da kalmamış durumda. Çocuklarına, torunlarına aktaracak çok bilgi ve deneyim var, ancak karşıda kimse yok. Nerede ise tüm gençlik elektronik ortama kafayı sokmuş, devekuşu gibi sadece orada geçen yarım-yamalak bilgi kırıntıları, özenme ve yanlış yönlendirmelerle ya da hiç bir hedef, tavsiye almadan amaçsızca yaşam yolunda ilerliyor.  

Stanford Üniversitesi Virtual Human Interaction Lab (VHIL) gerçekleştirilen projede insanlara başkalarının yaşam deneyimlerini yüklenerek ne olabilecekleri sanal olarak fakat büyük bir gerçeklikle gösterilebilmektedir. Böylece insanlar kendi başlarına giderlerse, önerilere uyup giderse, ya da başka bir ülkede başka bir ortamda bulunursa gelecekte ne hale gelebileceğini görebilmektedir. Her insanın yaşamında karar noktaları, yol ayrımları yüzlerce, binlerce karşılarına çıkmaktadır. VHIL böyle bir deneyim yaşayarak “Keşke şurada şu şekilde gitseydim”in yanıtlarını bulmak mümkün gibi görünüyor. Ya da yüzlerce farklı hayatı yaşama şekli önümüzde olabilecek. Ancak bu işlemler hem çok pahalı ve bize gelmesi uzun yıllar sürebilecek gibi. Bu nedenle gençlere önerim; en yaşamlarında fazla “Keşke” kullanmamaları için kendi avatarlarını yaşayacak teknolojik ve ekonomik düzeye gelene kadar, klasik metot babadan-oğula tekniğini kullanmaları olacaktır… Reading, 5 Haziran 2016

 

Ayakkabıdan Devam…

Koşu ayakkabısı

Eskiden, 1960-70’li yıllarda, “Keds” denilen tek tip bez ayakkabılar giyilirdi. Bunlar genelde beyaz poliüretan taban üzerine beyaz ya da mavi üst kısımlı ayakkabılardı; her iki yanlarında havalandırma için ikişer delik balıkgözü denilen metal ile zımbalanmıştı. Sanırım bu ayakkabılar bizde de üretilirdi ki ucuzdu. Aynı kategorideki “Converse” marka olanları ithal fakat kaçak olarak getirilir; bu nedenle de çok azı tarafından giyilirdi.

Bu dönemlerde spor yaygın değildi. Televizyon ve internet olmadığından, insanlar zaten bu konuda fazla  ilgi-bilgi sahibi değildi. Seyehat etmek hem uzun hem masraflı olduğundan, bugünkü gibi şehir-şehir yarış kovalamak her babayiğidin harcı olamazdı. Zaten böyle bir yarış organizasyonu ve bugünkü gibi farklı şehirlerde yarışlar olmazdı. Varsa yoksa futbol; o da top yok ayakkabı yok, ne bulunursa giyilir, plastik toplar kovalanırdı.

Bugün için koşma olayı olimpiyat pistlerinden taşmış gerek sağlık gerekse organizatörlerin etkisi ile sür’atle yayılmıştır. Ülkemizde fark edilmese ve katılımcı sayısı az olsa bile, yurtdışında, tabi ki gelişmiş ülkelerde, nerede ise her şehrin önemli ve meşhur koşuları her yıl bir ya da birkaç kez icra edilmekte. Bu alanda da 5-10 Kilometrelik yarışlar yanında yarı-maraton (21.1K), maraton (42.2K), ultra-maratonlar koşulmakta.  Bunlardan en prestijlisi, homo-sapiens dayanma sınırı çok az altında ya da çok az üstünde(kişiye bağlı) olan maraton. En meşhur maratonlara onbinler katılmakta; Singapur 50 bin, Boston 40 bin, New York 40 bin, Münih, Berlin, Roma… Amerika’da yılda 50 binden  fazla yarış düzenlenmekte. Ve bu yarışlarda bir yılda koşan sayısı 60 milyon civarında (Bizde maalesef hala koşmak sadece doğuştan atlet birkaç kişiye bırakılmış gibi; yer, imkan, kültür ve yine maalesef tembellik.) Bu nedenle bu sporla ilgili ayakkabı, şort, atlet, çorap gibi aksesuarların tasarım ve üretimi çok büyük bir endüstri. Bu açıdan da önemli bir araştırma geliştirme gerekiyor ve yapılıyor.

ABD’de en fazla bilinen ve giyilen ayakkabı “Asics”. Bu durum Boston 2015 maratonunda oturup ayakkabıları sayan biri tarafından da grafik olarak ortaya konulmuş.Shoe-Count
Burada da görüldüğü gibi bizdeki Nike ve Adidas bağımlılığı Japon Asics ile Amerikan Brooks’a odaklanmış. Tabi bunun pek çok nedeni var. Pazarlama dışında teknik olarak her mesafe için insan ayağına ve koşu mesafesine, zeminine en uygun ve sağlıklı ayakkabıyı üretmek. Bu da çok zor bir iş. Çünkü dünyada 8 milyar insan varsa, 8 milyar farklı ayak yapısı var. Bunları koşu mesafesi ve zemini, hedef, alım gücü ile çarpınca korkunç bir kombinasyon rakamı ortaya çıkıyor. Bu nedenle her markanın çok fazla modeli var ve sürekli yenileniyor.

Artık basit bir ayakkabı olmaktan öte  “high-tech” hale gelmiş bu ürünler üç ana kısımdan oluşuyor:

  1. Üst kısım: Ayakkabıyı bir arada tutan bu kısım ayağı dış etkenlerden koruduğu gibi aynı zamanda ayağın havalanması için hafifi ve örgü tipi yapılıyor. Eski Keds’lerde 4 hava deliği yerine bunlarda binlerce hava aralığı var.
  2. Orta taban: EVA denilen özel bir karışımdan yapılıyor; hem hafif, hem ayağın ayakkabı ile bütünleştiği, darbeleri emen ve sürat sağlayan kısım. O kadar dengeli ve hesaplı bir tasarım olmalı ki, ayakkabı ağırlığı artmasın fakat ayağı korusun.
  3. Alt taban: Araba lastiği gibi, ayağın betona, asfalta, toprağa değen kısmı ve ayakkabıyı koruyan tabakası. Bu da o kadar teknolojik ki, hem dayanıklı hem hafif hem sağlıklı olması için reçine bazlı üretilenleri var. Poliüreatandan yapılanlar daha ucuz markalarda. Asics örneğin kendi geliştirdiği “Solyte Polimer” reçine bazlı tabanı kullanıyor. Poliüretanlardan %30 daha hafif ve sağlıklı. Ayrıca tabanda farklı teknikler ve malzemeler de kullanılıyor. Örneğin Asics “Gel” destekli tabanı tüm darbeyi alarak diz eklemlerini koruduğunu iddia ediyor. Mizuno ise burada boşluklar koymuş,  Nike Air vb. farklılıklar tasarlamış. anigif_enhanced-16596-1435170710-4Ayrıca tabana yay koyup her basmada ortaya çıkan enerjinin bir bölümünü iade ettiğini iddia eden teknolojiler de var. İleride sanırım yer çekimi ve sürtünmeyi azaltacak, yana ve öne basma açısını düzenleyecek malzeme ve teknolojiler sayesinde insanlar daha da hızlı gidebilecekler; “Geleceğe Dönüş” filminin uçan kay-kayına benzer ayağı tamamen yerden kesebilecek ayakkabılar için biraz daha beklemek gerekecek.
  4. Ayakkabıların dili, topuğu, bağcıkları her milimetre karesinde bir teknoloji, araştırma ve mühendislik dokunuşları var.

Normal yürüyüş ve jogging için ayakkabı seçimi ile mücadele sporlarında giyilecek ayakkabı seçimi farklı olması gerekmekte. ABD mağazalarda, ayakkabı alırken danışmanlar var. Bunlar yarım saat- bir saat sizin ayak ölçünüz, yapısı, koşma şekli, zevkinize göre en uygun marka-model-numara-genişlik (bizde pek bilinmeyen bir de genişlik numarası var ayakkabılarda) bularak şu ayakkabıyı verelim diyorlar. Bu kadar teknik ve taktik bir konu yani. Bu konu başlı başına bir uzmanlık alanı.

Neye yarıyor?

  1. Pheidippides döneminden olmasa bile ayakkabı etkeninin devreye girmeye başladığı yıllardan itibaren performans gelişimi:
    yıl Süre yıl Süre yıl Süre
    1908 2:55:18 1980 2:09:01 2008 2:03:59
    1920 2:32:35 1998 2:06:05 2011 2:03:38
    1952 2:20:42 2003 2:04:55 2013 2:03:23
    1960 2:15:16 2007 2:04:26 2014 2:02:57

    Tabi bu gelişmeyi sadece tek bir değişkene bağlamak doğru değil; daha bilinçli çalışma, beslenme, Afrikalıların devreye girmesi yanında ayakkabı, rekabet ve diğer aksesuarlar sayılabilir,
    1. Sakatlık açısından iyileşme; ne kadar az destekli ayakkabı olursa, özellikle uzun süre egzersiz ve yarışlarda diz, kalça, ayak bileğindeki sakatlıklar önlenmiş oluyor. Tabi binde bir çıplak ayaklı koşucular da çıkıyor; ancak bunlar belki sadece dikkat çekmek amaçlı olabilir. Araştırmalara göre çıplak ayak-minimalist ayakkabı-gelişmiş ayakkabıya doğru sakatlıklar azalmakta,
    2. İnsanlarda oluşturulan merak ve bilgi seviyesi, firmaların pazarlama  ve tanıtım faaliyetleri  sayesinde koşuya olan ilginiz artması,
    3. Büyük firmaların sponsorluklarındaki yarışlar ve atletlerin daha çok ilgi çekmesi, özellikle yol yarışlarında ortaya konan büyük ödüller, koşuları statlardan dışarı taşımış gibi. Biz bile kendi yaş grubumuzdaki PR takip ederek hem hedef koymuş oluyoruz hem de kişisel tatmin ve zevkimizi artırıyoruz.
    4. Çok büyük bir ekonomik alan, istihdam, ticaret, araştırma-geliştirme,

Gelelim “Biz ne giyelim?” sorusuna:
Burada ilk sorulması gereken  “Ne yapacaksın?”: Serbest yürüyüş, jogging, kalp için koşma, hasta olmamak için koşma, belirli bir yaşta hem kendi PR hem de belirli gruplar içinde bir yer edinme. Eğer sadece “bir başlayalım da görelim” felsefesi hakimse; ki şahit olduğum pek çok olayda insanların çoğu fazla gitmiyor, bir-iki koşuda pes diyor, ayakkabı imiş, koşu saati imiş aksesuarmış,  başlangıçta fazla yatırım yapmamaları; çünkü ülkemiz kıt imkanları dahilinde iyi ayakkabı ve diğer teçhizat bayağı pahalı.

Sonra pahalı olan muhakkak en iyisi olmuyor. Maliyet-etkenlik-amaç açısından optimum noktayı yakalamak önemli. Ayrıca kilo ve diğer genel sağlık durumuna göre de ayakkabı seçilmeli; örneğin kilo varsa mecburen daha fazla destekli ve pahalı ayakkabılar edinmek lazım ki dizlere vurmasın.

İki-üç yıllık koşucu olarak benim bile kullandığım ve kullanmakta olduğum ayakkabı marka ve modelleri oldukça çeşitlendi; belki aradaki ABD seyahatlerim etkisi ile. İlk resmi koşu ayakkabım dört sene önce aldığım “Asics Kahano 3” idi. Bunu “Asics Kayano 19 ve 20” izledi. Daha sonra çıkan 21 ve 22 fiyatları 150 doları geçince ve altı ayda bir ayakkabı değiştirme durumunda kalınca daha ekonomik olanları araştırmaya başladım. Maliyet etkenlik açısından listenin ilk sırasında olan Saucony Cohesion 8 aldım ve çok memnun kaldım. Daha sonra yine aynı model ile yeniledim koleksiyonumu. Şimdi hem merak hem de değişiklik açısından Mizuno ve Pearl İzumi aldım birer çift; denedim, gayet iyiler. Bu ayakkabıların 44 numara bir tanesi yaklaşık 300 gram. Bu nedenle yine internetten öğrendiklerime göre sadece koşular için Asics Gel Hyper Speed 6 aldım. Bu ayakkabı ise diğerlerinin nerede ise yarı ağırlığına sahip; 170 gr; ancak orta tabandaki esneklik ve alt taban kalınlığı daha az olduğundan, performansa olan olumlu katkısı, acısını yarış sonrası ayak ve bacaklardan çıkıyor.

shoe

Yeni başlayanlar ve bir görelim diyenler için tavsiyem “Outletlerden” koşu ayakkabısı reyonlarından üç-dört eski modelin ucuzlukta olanlarını almaları. Örneğin Asics Kayano modeli her yıl yenilenir çok küçük eklentilerle; şu anda son model Kayano 22  550 TL iken, 21’i 450 TL, 20’si 300 TL civarında. Ancak daha ekonomik modeli de var; 150 TL’lik bir Asics ile başlanabilir. Nike Free modelleri de iyi sayılabilir. Ancak Nike, Adidas gibi markalar genelde çok daha geniş bir yelpazede futboldan, koşuya model sunuyorlar. Puma bence hiç iyi değil koşu için, New Balance’da çabuk eskidi bende. Bu açıdan bizde henüz bilinmese de Asics, Saucony, Mizuno gibi markalar sadece koşu ayakkabısı tasarım ve geliştiricileri. Bu markaların beğenilen modellerden ekonomik olanları ve özellikle de ayağa giyerek test edilenleri tercih edilebilir. Daha önce de belirttiğim gibi başlangıçta fazla para vermeye gerek olmadığını düşünüyorum; çünkü bu markaların bir önceki modeli ile arasında çok ufak farklar var, adım adım gidiyorlar. “Sketcher” markası da yürüyüş ve koşu için tercih edilen markalardan biri burada. Ben de bir tane bilmeden almıştım iki yıl önce günlük giymeye; ancak bazen koşmak için de kullandım. Şimdilerde içinde “memory-foam” kullanılan modelleri hem günlük kullanımda havalı hem de yürüyüşte kullanılabilenlerinden. Yürüyüş için koşu ayakkabısı alınabilir; ancak yürüyüş için alınan ayakkabı ile koşulmaması tavsiye edilir.

Bu arada yeni öğrendiğim bir ortopedik bilgiyi de vermeden geçemeyeceğim: İnsanların her iki ayağı aynı numara bile olamayacak şekilde birbirinden farklı olabiliyor. Bunu ölçen aletler mağazalarda bulunabilir.  Bu nedenle pahalı alınacak ayakkabılar için her iki sağ-sol ayakkabı da ayağa giyilip dükkan içinde yürünmesi iyi olur. Kilo varsa (BMI 25’den büyük) Asics nimbus 18 ya da Kayano 22 paraya kıyılarak giyilebilir, dizleri koruma açısından; çünkü bunların taban esnekliği ve yumuşaklığı beton ya da asfalt sert yüzeyinden diz eklemlerine yansıyan basıncı emmek üzere tasarlanmış ve malzeme kullanılmış.

Daha teknik ve ayrıntılı bilgi için: kosugazetesi.com/alti-ustu-kosu-ayakkabisi by Mert Derman

Sağlıklı koşular… Reading, 14 May 2016

Bu Çocuklar da en az 80 Yaşa Kadar Yaşamalı

losevDeğerli bağışçımız,
Vekaleten kurban bağışlarınızla Vakfımıza kayıtlı 17.000’in üzerinde lösemili çocuklarımız, kanser hastalarımız ve ailelerine 12 ay boyunca taze et ve et ürünleri iletilecektir. Hastalarımıza maddi, ayni ve sosyal desteklerimiz de aralıksız devam etmektedir.
Her yıl, 200.000 e yakın kişiye kanser tanısı konulan ülkemizde, LÖSEV Lösemili Çocuklar Vakfı, 17 senedir toplumsal ve kalıcı hizmetler yaratmaktadır.

Bugüne kadar lösemili çocuklarımız ve kanser hastalarımız için hayata geçirdiğimiz Lösemili Çocuklar Hastanesi LÖSANTE, Lösemili Çocuklar Okulu ve Köyümüzden sonra Ankara’da kurduğumuz LÖSEV Onkoloji Kenti de sizin eserinizdir. Siz değerli bağışçılarımızın destekleri olmadan bunları başarmamız imkânsızdır.

Yüzlerini güldürdüğünüz tüm lösemili çocuklarımız ve kanser hastalarımız adına teşekkürlerimizi sunarız. Sizler iyi ki varsınız… Saygılarımızla,

LÖSEV Lösemili Çocuklar Vakfı, 0312 447 06 60

Gelecek 50 Yıl ve BİZ

Önemli buluşların kronolojisine bakıldığında ateş, tekerlek, yazı gibi tarih öncesi buluşlardan sonra, “Barut” ile başlayan listede, “Güneş Sistemi keşfi, matbaa, elektrik, yine bir patlayıcı dinamit” görülmektedir. Son 50 yılda bu buluşlar hızlanmakta ve gelecek 50 yıla ışık tutacak buluşların ana kategorilerindeki ilkler başlamaktadırlar.2000 Yılına kadar listelenen bu buluşlardan bazıları:

Okumaya devam et “Gelecek 50 Yıl ve BİZ”