Yaşamda En Önemli Dersler

İlkokuldan, üniversiteye kadar; hatta yüksek lisans, doktora dahil bir çok ders alınır. Daha doğrusu sistem tarafından dikte edilir. Belirli bir sistem ve hedef olmadığından bu dersler sürekli değiştirilir; başa gelen siyasi otorite ya da teknik ekip tarafından. Bazıları bilim ve teknolojideki ilerlemelere bağlı olarak yeni ders olarak devreye girerken, bazıları da bu kapsamda sistemden çıkarılır. Bunların gerekliliği ve faydası senelerdir hep tartışılır durur. Altmış yaşıma kadar belki de Türkiye’de en fazla ders alan ve çok büyükleri dahil, yerli-yabancı pek çok sektördeki çeşitli firmalarda yöneticilik yapmış biri olarak bu konuda bir kaç kelime yazma ve gençleri, ebeveynleri bilgilendirme ihtiyacı hissettim, geç olmadan.

Genel kanı ve kabul gören görüş kapsamında en az değer verilen dersler: Beden eğitimi, sanat, müzik, felsefe, edebiyat, matematik (zor olduğundan), fizik, yabancı dil (hele Almanca ve Fransızca ise) şeklindedir; sırası önemli değil. Bu dersler mümkün olduğunca geçiştirilmeye ve zararsız atlatılmaya çalışılır. Zaten beden eğitimi ya da spor dersleri tam bir komedi halinde geçer; haftada bir saat olarak müfredatta yer alan bu derste spor kıyafeti bile giyilmeden adet yerini bulsun tarzında. Sanat, müzik zaten seçmeli, felsefe sadece 11’nci sınıfta 2 saat, İngilizce ise liselerde haftada 2-3 saat okul tipine göre. Bu ders müfredatı Talim Terbiye denen bir kurul tarafından sürekli değiştirilir ve okul tipine göre farklılıklar vardır. Bu nedenle kimse kesin olarak şu zamanda, şu okulda, şu ders şu kadardır diyemez. Bu konuda ayrıntılı ve güncel bilgiler ilgili sitelerden takip edilebilir. 

Üniversitelerde ise durum pek farklı değildir. Bu konu çok farklı fakülte, bölüm ve yüksek okul çeşitliliği içinde ayrıca bir inceleme konusudur; ancak zaten buralarda spor diye bir olay yoktur, spor akademileri hariç tabi ki. İngilizce ise, %100 İngilizce, %30 İngilizce ya da sıfır İngilizce diye ÖSYM kılavuzlarında yer almasına karşın belirli bir kaç üniversite dışında bunun uygulaması çok zayıftır. Bu konuda başımdan geçen bir olayı aktarmadan geçmek istemiyorum: Bir firmada Fransızlarla ortak bir projede çalışacak eleman ilanına başvuran bir üniversitenin Fransız Dili ve Edebiyatını bitiren bir adayla yaptığım mülakatta, bana İngilizce ve Fransızcayı bildiğini anlatmıştı. Görüşme sonrası Fransız firma temsilcisine gönderdim, Fransızca’sını denesin diye. Sonradan bu adayı bir daha görmedim. Fransız’a sorduğumda: İki soru sordum ikisine de “Yes” dedi; ben de güldüm ve gönderdim dedi. Hangi sorular dedim: “Do you speak French?” ve “Do you want me to speak in French or English?” diye. Yine bir firmada çalıştığım sırada İtalyan Dili ve Edebiyatı bitiren kızımızla her fırsatta karşılaşıp konuşmak istediğimde, her seferinde benden şeytan görmüş gibi kaçışını unutamam.

Bu genel kabul ve önem sırası, okul sonrası tüm yaşam boyunca gördüğüm kadarı tam tersine işlemektedir. En faydalı olabilecek konuları sıralamak gerekse: Bir numaraya beden eğitimi ya da spor dersini koyarım. Çünkü “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünün ne kadar geçerli olduğunu deneyimledim. Sonrasına hemen İngilizceyi eklerim; hele bu devirde İngilizce olmadan adım atmanın olanağı yok gibi; internet dünyasında, bilim ve teknoloji alanında, araştırma ve literatür taramasında. Hala üniversitelerde Türkçe ile eğitim görmeyi savunan bilim adamlarına katılamıyorum, özellikle teknolojik ve mühendislik derslerinde. Sonrasında ya da beraberinde matematik koyarım, tüm bilimlerin temeli olarak. Sanat ve müzik biraz kabiliyet gerektirdiğinden bu konuda fazla iddialı olamayacağım. Felsefe yani düşünme olmazsa olmazlardan biri; ancak felsefeyi öcüleştirmeyecek öğretmenler elinde; edebiyatta bu şekilde. Ayrıca son zamanlarda ortaya çıkan teknoloji, veri, bilgisayar programları da önemli. Bu ve belki bu listeye eklenebilecek bir kaç konu daha olabilir. Ancak değerlendirme bu şekilde olmalı benim felsefeme, düşünceme göre.

Tabi bu düşüncelerim ülkem için sadece bir ütopya olarak kalmaya mahkum gibi; her seviyede bir okula girmek için sıralama sınavları var olduğu sürece. Kimse, sürekli adı ve şekli değişen, OKS, SBS ya da şimdiki adı TEOG olsun, ÖSS olsun, sınavlar ve bu sınavları gerektiren şartlar var oldukça; ki bunlar ekonomik, sosyal gelişmeler, nüfus hızı ve buna bağlı eğitim altyapısındaki iyileştirmeler, siyasi müdahaleler;  benim sıralamama rağbet etmeyecek, anlamayacak, hatta bu adam başka dünyadan mı diye burun kıvıracaklardır. Ancak gerçek budur ve ileride bir gün belki ülkemiz de muasır medeniyet seviyesine yaklaşabilirse bu düşünceler daha da geliştirilmiş olarak kaçınılmaz gerçekler olarak kabul görecektir… Reading 29 Nisan 2016

 

Karnemiz…. Spor:Zayıf Matematik: Zayıf

anıttepe_track
Anıttepe koşu pisti

Ankara beş milyon nüfusu ile Türkiye’nin ikinci kalabalık şehri; Başkentimiz. 2016 Yılı itibarı ile 21 üniversite (12 özel, 9 devlet) , yüzlerce, ilk-orta-lise; ancak spor sahası açısından zayıf; tüm ülke genelinde olduğu gibi. Belediyeler tarafından göstermelik olarak “……. Parkı” diye şaşalı isimler verilen alanların etrafında yine göstermelik koşu parkurları düzenleniyor. Golf sahaları çok büyük, bakımlı alanlar gerektirdiğinden bir zamanlar mini-golf sahaları vardı. Bu alanlara da park demek yanlıştır; mini-park yerine.  Bunlar bazen o kadar komik ki; 300 metre, onlarca insan genelde yan yana yürümeye çalışıyor, mini-parkların pistçiklerinde başıboş köpekler güneşleniyor. 

Koşmak, spor yapmak için “yerim dar” demek belki bahanelerden sadece biri olabilir; diğerleri okullarda sporun “S” harfinin olmaması, okul haricinde ana-babaların çocukları mümkün olduğunca bu zararlı( 😆 ) olaydan korumaya çalışmaları; orta-lise-üniversite giriş sınavlarına yoğunlaşmalarını istemeleri. Zaten anne-babaların da bu kategoride karneleri “pek zayıf”. Örneğin koskoca (:lol:) İstanbul Kıtalararası maratonuna katılan ülkem insanı sayısı 1.200 iken burada koşan yabancı sayısı 1.600; seyirci sayısı ülkem insanı bin civarında, İstanbul’a gezmeye gelen ve burada görev yaparken olayı izlemeye gelen yabancı sayısı 3.500-5.000, tüm yol boyunca ve özellikle bitiş hattında.

Buna rağmen bazı güzel fakat nadir örnekler de yok değil; Anıttepe Koşu Pisti gibi. Bu 8 kulvarlı koşu yolu, tartan pisti, basketbol sahası, kulvarın etrafında spor aletleri, çeşmeler ve yeni yapılan kapalı bir “gym” de bulunuyor. Pistin kenarında Anıtkabir manzaralı oturma yerleri var. Bir de soyunma odaları var, tuvalet de buraların içinde; her yerde olduğu gibi bakımsız ve klasik amonyak kokulu, duş alabileceğiniz yerler yok. Arabalar için tesisin tam dibinde park yeri olması alışılmadık bir kolaylık.  Fakat koşanlardan ziyade yürüyüşe gelenlerin, telefon görüşmeleri için en uygun ve sesiz yer arayanların ağırlıkta olduğu bir ortam. Koşmayanlar koşanlara engel oluşturmasın diye  “ilk 3 parkur koşu parkurudur” yazılmış; buna rağmen ilk kulvarda yürüyen, yanından geçerken baksan bile anlamayan  ya da kasten burada gezmeye devam eden kişi ve gruplar sıkça rastlanabilen bir durum (Bakınız sayfa başındaki foto). Bir şey söylemeye cesaretin olsa bile alacağın cevap, Ankara’nın bu en mutena bölgesinde bile belli. Geçen hafta Reading Lisesi parkurunda tek başıma koşarken, 50-60 adet ilkokul öğrencisi geldi; onlar da bir mil koşacaklarmış;öğretmenleri başında. Çatışma rotasına gireceğimi düşünürken öğretmenler çocuklara bir numaralı parkurda koşmayın diye ikaz ettiler ve bir kişi bile bu parkura girmedi. Bugün, 11 Mayıs, yine tek başıma koşarken aynı yerde bu kez “mental disorder ve down sendromlu” sınıf getirdiler, spor saati imiş; inanılır gibi değil bu çocuklar da ben gelirken ilk parkuru boşaltıyorlardı. Bu sadece bir gözlem, karşılaştırma maksatlı değil.

Başka bir komik olay da matematik sorunu. Sporla matematik ne alaka? Pist ile ilgili asılan tabelada ilk kulvarın 400 son kulvarın 480 metre olduğu yazılı. Belki de ilk kulvarda yürüyen yurdum insanı doğuştan gelen pratik zekâsı ile burada atacağı 5-10 turun 480 metre yerine 400 metre olmasını hesaplıyor olabilir; böylece hem etrafa anlatırken “Anıttepe’de 10 tur attım” diyebilir hem de 800 metre kâr edebilir.  Halbuki basit bir hesap ile: IAAF standartlarına göre yapıldı ise 1.22 metre genişliği  olması gereken pistlerin ki; normalde 1 metre  görünüyor, Ankara dönüşünde ölçeceğim, son ve sekizinci hattının uzunluğunun=400+2π(r2-r1) olması gerekir. Sekizinci hattın yarıçapı(r), birinci ve 400 metre uzunluğunda olması gereken hattan 7×1,22=8.54 metre fazla olacağından: 2πr=2πx8,54=453.66 (ya da 1 metre ise 444) metre olması gerekir. Yani yaklaşık 30-40 metre, yüzde 7-8 fark var gibi. Tabi burada salınanlar, telefonda olanlar ya da kardiyo yapanlar için bir önemi yok, hatta en iyi koşucular bile sekizinci hatta koşmayacağına göre ne önemi var? Sadece matematik 😀 …Reading MA, 29 nisan 2016

athleticstrack

60 Yılda Nesillerin Değişimi

Filozof Ahmet İnam Hocanın Babası ile ilgili yazısı: Güzel Acı Çekerdi Babam  
Kardeşimin babamız ile ilgili yazısı: Babamız;60 Yaşında Aklımızda Kalanlar
Bizim babamızHayatını bize adamış, bizim mutluluğumuzu kendisininkinden daha üstün sayarak aslında kendinde bizi yaşamış. Anlattığı hikayeleri ondan daha iyi anlatacak bir edebiyatçı tanımadık.  Çalışmayı çok sever, devlet işinin laubalilik kaldırmayacağını inanır. Anne ve baba sevgisi ile kardeş, diğer akrabalara ,sılaya olan sevgi ve değeri biz onda öğrendik. Kabrinin kendi köyünde olmasını istemesi de akrabalarını, köyünü, anne ve babasını nasıl sevdiğinin bir göstergesiydi. Saygılıydı; babamı anne ve babasının yanında onlar otur demeden oturduğunu hiç görmedik.  Bulabildiği tüm gazete parçalarını okur, bulmacalarını çözerdi. Çok  acı çekmişti ömrü boyunca, kimselere belli etmeden. Ondan dolayı bizim okumamızı istiyor, onun çektiklerini çekmemizi istemiyordu. Ömrü boyunca babası dahil kimseden destek görmemiş, her şeyi tırnaklarıyla kazıya kazıya kazanmıştı. 
Onunki: İnsanları ürkütmemeye çalışan, kendi halinde, iç dünyasının derinliklerinde hâlâ yıkılmamış düşleriyle gizli, gizi olan bir insandı. Y
alnızdı. Altın renginde, çok sevdiği, “Parker” marka, değerli bir dolma kalemi vardı. Önünde hep kâğıtlar olurdu, resimler yapardı, şiirler yazardı. Sürekli bulmacalar çözerdi. Ağlar mıydı? Anımsamıyorum. 

Acı çekmeyi, acıları karşılamayı bilmek elbette bir yaşama ustalığı ister.  Acılarını karşılayabildi. Acılarıyla karşılaşabildi. Onları yaşamaktan kaçmadı. Sonuna kadar yaşadı acılarını ve onları zaman içinde tüketti.Bence yiğitçe bir tavırdı bu. Acılarla karşılaşabilmek cesareti, bize kendimizle karşılaşabilme cesareti sağlayabilir. Acılar babamı güzelleştirdi.  Acı çekmek de sanattır. İnsan olma sanatının yollarından biridir. Babam ki, ustaydı bu sanatta.
Bizim babamız tevellüt 1340, 

Onunki de yaklaşık aynı,

Bizim babamız
işçi, 

Onunki öğretmen subay,

Bizimki Karabük’ten, 

Onunki Sandıklı’dan çıkmış yola,

Bizimki
Karabük’te devam etmiş, İstanbul’da bitirmiş

Onunki İstanbul’da.

Dönem aşağı yukarı aynı; 
Ancak tasvirler yakın,

Nesiller…Farklılıklar

Onlardan öncekilerin ayağında pabucu yok, erkekler savaşlarda, çocuklar öksüz

Duygusal konular söz konusu değil, hayatta kalabilme tek amaç,

Onların ki daha çok yoksunluk, daha çok acı,  

Bizim ki orta karar, sonradan olma,

Çocuklara, her şeyi sağlanmış; ancak duygular değişik,

Torunlara her şeyden fazlası sunuluyor; ancak ne olacağı meçhul,
Daha ötesini tasvire gerek var mı bilemem

5_gen2
dede (1890) -baba (1924)-me (1956)-oğul (1984)-torun (2012)

Not: XYZ ve benzeri kodlamalarla doğum dönemlerine göre ayırımlar ve bu kuşaklara ilişkin pek çok araştırmalar mevcut literatürde.Reading, MA 25 Nisan 2016

ABD Neden Number One…Kaynakları

Amerika tartışmasız dünyanın en güçlü ülkesi, bu dönemde; bilimde, sanatta, iş dünyasında, müzik, askeri gücü… İçeri giriş serbest bırakılsa dünyanın yarısı buraya gelmeye çalışır, her ne kadar Trump mevcutları da göndereceğini söylese de. Nereden kaynaklanıyor bu güç, bu etkenlik ve dünyaya hükmetme durumu? Bakılacak kaynaklar: İnsan, hammadde, coğrafik pozisyon, nüfus ve toprak büyüklüğü, mevcut altyapı, sistem, ekonomik kaynaklar, sermaye, üretkenlik, verimlilik, üniversiteler ve bilimsel kuruluşlar, Ar-ge. Benim ilk aşamada gördüklerim, öğrendiklerim ve kendime göre önem derecesi en yüksek olan faktör: İnsan Kaynakları ve bu vasıta ile ülkeye giren beyingücü ve sermayeyi irdelemek istedim, bu yazıda.

Vernon’un “Ürün Yaşam Evreleri Kuram”ı teknolojik, yenilikçi ürünlerin geliştirilmesi, üretimi, ithal ya da ihraç edilmesini gelişme düzeylerine ve değer zincirindeki yerlerine göre değişik ülkelerdeki evrelerini açıklamaya çalışır1.  Her yıl  binlerce yenilikçi, teknolojik ve çok yüksek kar marjlı ürünlerin devreye girmesi ve bunun ekonomiye olarak müthiş katkısı tahmin edilebilir sanırım. Bütün bu yenilikçi ürünler kim tarafından geliştirilmektedir? 1998 yılında Hindistan Teknoloji Enstitüsü2 mezunlarının en parlak olanlarından yüzde otuzunu ABD’ye kaptırmıştır.  2001 yılında BM tarafından ABD’ye kaptırılan bu beyin göçünün Hindistan’a yılda 2 milyar dolar kaybına yol açtığı belirtilmektedir. 1990 ve 1991 yıllarında yapılan bir araştırmada  bilim ve tıp alanında  doktoralarını bitirenlerin yüzde 88’inin beş yıl sonra hala ABD’de kaldıkları belirlenmiştir.  1990’lı yıllardan beri yaklaşık 900.000 nitelikli çalışanın bu ülkelerden geçici vize programı kapsamında ABD gelmişler3.  Bunlar, kendi ülkelerinin en üst entelektüel seviyesinde ve bilim adamı nosyonunda gençler.

ABD nüfusu 2014 yılı itibarı ile 320 milyon civarında. Normal dağılım eğrisine göre bu nüfusun IQ ve entelektüel olarak ortalamanın üç üzeri standart sapmasında yer alan ve üstün zeka olarak kabul edilen yüzde 0.1’i yaklaşık 300.000 kişidir. ABD tarafından kabul edilen ülkelerinin en zeki insanları ki, sadece Çin ve Hindistan toplam nüfusu 3 milyar kabul edilirse, üstün zekalı yüzde 0.1 ‘i 3 milyon kişi içinden ABD üniversiteleri kriterlerine dayalı sıralama sonrası seçilen bu 900.000 kişi yaklaşık ABD aynı grubun üç katı olarak ortaya çıkmaktadır. Yani ABD şu andaki nüfusunu 3 katı daha ilave edilse bu kadar sayıda teknolojik ve yenilikçi ürün ortaya koyabilecek böyle bir gruba sahip olabilecektir. ABD’ye gelip burada yerleşen ve çoğunluğu belirli süre sonunda ABD vatandaşı olarak ülkede yerleşen bu grubun zeka seviyesi tüm nüfusun IQ ortalamasını yukarı çekerken. bu beyin göçünü veren ülkelerin toplam IQ ortalaması düşmekte, üniversite mezunu ve hatta okuma yazma oranı düşük bu ülkelerdeki araştırmalar, buluşlar ve hatta eğitim seviyesini de düşürmektedir. Diğer taraftan ABD’ye kaptırılan bu beyin göçü sadece gelişmekte olan ülkelerle sınırlı kalmamakta gelişmiş ülkelerden de pek çok kişi çeşitli nedenlerle ABD’ye yerleşmektedir. Bu şekilde, ABD katma değeri çok yüksek olan yenilikçi ve teknolojik ürünlerden daha da fazla üretir hale gelmektedir. Bu bir çığ etkisi şeklinde giderek artmaktadır. Bu rakamlara yine kendi finansal kaynakları ile ABD’ye okumaya ya da iş kurmaya gelenlerin oluşturduğu müteşebbis ve genelde zengin ve memleketlerindeki üst düzey kişilerin kattığı, girişimcilik zekası ve bağlantılar, buraya aktardıkları ve bıraktıkları sermaye de eklenince ibre iyice ABD’den tarafa dönmekte.

Yıllar içerisinde bu döngüden yeterince faydalanan USA’de önemli büyüklükte ve milyonlarca araştırmacıyı finanse edebilecek sermaye birikimi, dünyanın en ünlü ve bilimsel açıdan etkin üniversitelerindeki projeler de bu zincire eklenince, kaçınılmaz olarak ABD dünyanın “number-one” ülkesi olarak varlığını sürdürmekte ve bu saadet zinciri kırılmadıkça ki yakın gelecekte mümkün görünmüyor, sürdürecektir… Reading-MA, 24Nisan 2016

Notlar:
1 Vernon’un  Ürün Yaşam Evreleri Kuramı: Kuram konuyu zaman ekseninde açıklamaya çalıştığı için dinamik bir yapıdadır ve ürünlerin yaşam devrelerinin işleyişi bakımından ülkeleri en gelişmiş ülke konumundaki Amerika Birleşik Devletleri (başlangıç / ilk üretim ülkesi), diğer gelişmiş ülkeler ve daha az gelişmiş ülkelerin biçiminde sıralamaktadır. Diğer bir ifadeyle ele alınan ürünün üretimine ABD’de başlanacağını ve zaman içinde üretimin daha az gelişmişlik düzeyindeki diğer ülkelere kaydırılacağını; DDY hareketlerinin böylelikle ortaya çıkacağını savlamaktadır. Dolayısıyla, yeni bir ürün ABD’de az miktarda ve iç pazara üretilir, üretimi ufak çaptadır, ürün gittikçe geliştirilir. Üretim ihracata değil, iç talebe yöneliktir. Bu arada çok pahalı ve öncüdür. Gelişmiş ülkelere biraz, az gelişmişlere de çok daha az ihraç edilebilir. Daha sonra diğer gelişmiş ülkeler de bu ürün lisansını alarak üretime girer. Az gelişmiş ülkeler bu kez ABD yanında bu gelişmiş ülkelerden de ithalata başlar. Yenilikçi firma; daha karlı bulduğundan, içte ve dışta yeni teknolojinin lisansını satmaya başlar. Daha sonra, yüksek maliyetli Ar-Ge gerektirmediğinden ve zaten az gelişmiş ülkeler bu konuda zayıf olduklarından faktör maliyetleri düşük ve telif haklarının da yasalarla fazla korunamadığı az gelişmiş (taklitçi) ülkelere kayar. Yenilikçi ülkede üretim sürer; ancak ihracat artış hızı yavaşlar. Çünkü taklitçi ülkeler düşük fiyatla ihracat piyasalarını ele geçirmeye başlamıştır. Yenilikçi ülkede üretim sürerken, ihracat azalmaya başlar. Taklitçi ülkelerde üretim hızlanır, ihracat gittikçe artar. Sonunda yenilikçi ülkenin iç talebi, yerli üretim yerine ithalatla karşılanmaya başlar. İç üretim hızla düşer. Artık teknoloji bütün dünyaya yayılmıştır. Teknoloji bütün ülkeler tarafından kullanılır hale gelmiştir. ABD ve diğer gelişmiş ülkeler başka alanlarda yine yenilik peşinde koşmaya, yeni mallar bulup üretmeye ve bunların ilk ihracatçısı olmaya devam eder. Özetle, ürünü ilk çıkaran, genelde ABD, bir birim maliyetle ürettiği malı yüz birime satarken, bu evrelerin sonunda taklitçi ülkeler belki bir birim maliyetle ürettiği bu malı belki bir-buçuk birime satabilir (Yardibi C., .Mobilya Sektöründe Uluslararasılaşma ve Rekabet Stratejileri: Türkiye Örneği, Yayımlanmış Doktora Tezi, THK Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara., 2016).
2
Hindistanın teknik konularda faaliyetleri organize eden üst bir organizasyon.

3
http://immigrationtounitedstates.org/390-brain-drain.html

 

60 Yaşında bitmeyen yollar

swr049Çocukken, aklımız ermeye başladığında, herkes gibi otomatik olarak okula gönderildik. Şu ders, dönem, okul bir bitse dediğimi anımsıyorum. Daha sonra kaderin bir cilvesi ya da bir arkadaşımın uzattığı başvuru formu yüzünden askeri bir okula girme. Burada evden uzak ve zahmetli hatta eziyetli bir ortamda geçen sürenin geçmesini beklemek; önce haftalık, sonra bayramlık izin günlerini iple çekme. Bitiminde yüksek okuluna geçiş ve burayı bitirip adam olacağını, işlerin biteceğini zannetme. Sonra diğer adımlara girme; yüksek lisans, atama, kurs vb. Ve bunların biteceği günleri hesaplayarak daha sonra ne yapacağını hayal etme ve rahata erişeceğini zannetme.

Yirmili yaşlarda evlilik… Sonra çocuklar…Çocuklar bir okula başlasa. Başladılar; ilk, orta, lise. Sınavlar sıra sıra…Bir Anadolu Lisesine girse iyilerinden üniversite garanti. Anadolu lisesi zor diyorlar; bakalım nasıl gidecek dersler. Servisler de canavar gibi kullanılıyor, çocuklar bir bitirse şu okulu bir kaza olmadan.  O da bitti… ÖSS sınavında iyi bir puan, üniversiteye girdiler mi, iş tamam mı acaba? Yok daha nerede? Üniversiteyi nasıl bitirecekler? Bu arada kötü arkadaşlar çıkabilir mi? İstenmeyen yollara düşebilirler mi?

Oh nihayet üniversite bitti! Bundan sonrasını kendileri halledebilirler artık. Amerika’da çocuklar 16 yaşından sonra kendi iradeleri ile araba alıp kullanıyor, 18 yaşında ayrı eve çıkıyorlar, bizimkiler de 20 yaşını geçti, mesleği de oldu, artık başlarının çaresine bakarlar? Ama bir de yüksek yapsalar da ileride ezilmeseler. Hem yüksek lisans ve doktora olunca kollarındaki altın bilezikler epey kalınlaşır. O da bitti. Aaa, askerlik unuttuk. Her ne kadar bedelli filan arada çıksa da herkese vurur mu ki? Askere elimizle teslim edelim, acemiliklerini de orada kalarak bekleyelim. Bakarsın bir şeylere ihtiyaç olur. Ondan sonra serbestiz.

Kırklı yaşlarda tabi kendi işimiz devam ediyor. Rütbeler, tatminsizlik, dışarıda çeşitli işler; daha iyi bir iş ve pozisyon bulursak gelecek garanti. Bir de kendi evimiz olsa da kiralara kalmasak iş tamam, araba da lazım tabi ki. Biraz çalışır emekli olur, sonra ver elini bir deniz kenarı; artık balıkçılık mı yapılır, aylak aylak gezilir mi, ya da en iyisi ufak bir bahçe ile uğraşmak, nasılsa serbest kalacağız. Yıllar geçiyor, yaş ilerliyor…

Çocuklar, birilerini bulmuş, getirmiş; bununla evleniyorum ya da evlendim, isterseniz düğünümüzü yapın. Hoppala! Daha dün benim için kız istemeye gitmişti annem-babam. Neyse düğünlerini yapar, evlerine yerleştiririz, sonra serbestiz. Hem arada da onları ziyarete gideriz ya da onlar gelir. Hoop ilk torun! Anne gel. Zevkle…Bir yıl, iki yıl…Diğer torun yurt dışında diyelim Amerika’da doğacak. Nasıl yapacağız, gidilecek. Bu başka şeye benzemez, el kadar çocuk elin yabancısına teslime edilir mi, kreş de olsa.

Yaş altmışa gelmiş, bizim bahçe hala bekliyor bellenecek, tekne de boyanması gerekiyor. Deniz kenarında yürümesi de biraz ertelenecek galiba. Çocukların tayini var, onu da bekleyelim ona göre nihai yerleşim ya da göç edeceğimiz yeri belirleriz. Yurt dışındakiler de gelirse ona göre de elastik olmak lazım.

Yaş seksen, torunlar ne yapacak, ülke nereye gidecek? Nereye yerleşsek? Arada Azrail’in “Bu taraflar çok güzel, buraya yerleşin; hem sıcak su her daim, faturasız hem de bir sürü dost, akraba, meşhur kişiler var” deyişini duyarak. Bahçenin üzerini orman bürümüş, teknenin ahşapları çoktan çürüyüp toprağa karışmış, deniz kenarı romatizmaları azdırabilir.

Keşke Budha’nın yaptığı gibi 29 yaşında her şeyi terk etseydik, 35 yaşında aydınlanır mıydık ki? Ancak Budha eşi ve çocuklarını kendi sarayında refah içinde bırakmış da gitmiş. Biz gidemezdik ki…Reading, Ma, 23 Nisan 2016

Geçtim dünya üzerinden
Ömür bir nefes derinden
Bak feleğin çemberinden
Yolun sonu görünüyor…

Boston-2016

Koşu Dünyasında Boston Maraton’u en prestijli ve en eski bir olay olarak biliniyor. Bu yıl 120.nci Maraton yapıldı ve ben bu olayı bizzat gözleme fırsatı buldum. Boston Maratonu yılda bir kez yapılıyor; “Patriot Day” olan milli gününde. Katılım çok fazla; her yıl yaklaşık 30,000 koşucu start alıyor. Bu yıl da 30,700 katılımcı ile gerçekleşmiş, istatistiklere göre. 100’ncü yılda katılımcı sayısı 38 bin olarak rekor kırmış. Bu istatistikte, bir maraton klasiği olarak bayan-erkek ve yaş gruplarına göre rakamlar verilmiş; ayrıca tekerlekten ve el pedalı ile hareket verilen iki farklı tipte sakatlar için ayrı kategori var. Bir de görmeyenler ve hatta tamamen sakat olanların kendilerini iten biri eşliğinde katılımı da gerçekleşti.

Katılımcı sayısı bilerek 30.000 civarında tutuluyor. Çünkü yaklaşık sekiz ay önceden açılan kayıtlar için her yaş grubunda belirli kriterler aranıyor, başvuranlardan; örneğin 60 yaş için bir önceki yıl, akredite bir maratonu 3:55  altında koşmuş olmak var. Başvuru sonrası her yaş grubu kotasına göre talepler sıralanıp belirli bir puanda kesiliyormuş, bizdeki üniversite giriş sınavları gibi.

Yarışın başlangıç saatinde, bitişe noktasına yakın bir mevkide kendime yer bulabildim; henüz yarışmacıların buraya gelebilmesi için iki saat olmasına rağmen. Nerede ise tüm cadde iki taraflı dolu idi. Amerikanın her yerinden insanlar buraya akın etmiş gibi; ancak tam bir eğlence ve karnaval havası hakim. 2013 yılı bombalama olayından dolayı güvenlik önlemleri artırılmış, çanta ve paketler aranıyor, tipine göre kimlik soruluyor. Yarışın geçileceği caddeler ve bu caddelere mücavir alanlar çevrilmiş. İnsanlar bu iki saati sohbetle geçiriyor bir birlerini tanımasalar bile. Ben de insanlarla konuşarak biraz daha görgü ve bilgimi geliştirmek ve eğer 2017 maratonuna başvurum onaylanırsa bilgi sahibi olmak için yanımdakilere laf attım; gerçi önce onlar laf attılar. Burada tanıştığım her insanın bir hikayesi vardı: İlk tanıştığım 70 yaşındaki bayan torunu ile gelmiş seyretmeye ve daha önce bu parkurda koşan oğlunun hatırasını yaşıyor besbelli.

Curt Brinkman

Bir sonraki bayanın eşi koşuyormuş; 57 yaşında. Geliş sırasına göre en önce tekerlekli sandalyeler belirdi; bu bayan her birini coşkulu bir şekilde alkışlamaya ve bağırarak teşvik etmeye başladı.. Sonradan anlattığına göre 16 yaşında ayakları kesilen kardeşi bu yarışta birinci olmuş, 1980 yılında; hem de iki saatin altını ilk koşan olarak. Bu bayan engelli yarışçılar sonrası ayrılınca yerini Koreli bir bayan kucağında çocuğu ile aldı. Onun da kocası yarışta imiş, 37 yaşında. Eşi Çinli, kendisi Koreli, Chicago’da oturuyor ve yarış için tüm aile buraya gelmiş. Sağ ve sol tarafımda iki aile kız ve oğullarını bekliyor, anlattıklarından. Yine arkamda duran anne-kız ikisi her yıl seyretmeye geliyorlarmış bir eğlence olarak; ellerindeki telefonla tüm yarışçıların nerede olduklarını, ne zaman bizim bulunduğumuz noktadan geçeceklerini etraftan soranlara, sormayanlara naklen aktarıyorlar; seneye de beni takip edeceklerini söylüyorlar büyük bir samimiyetle.

Bu sohbet ve bekleyiş sonrasında ilk yarışçı köşeyi dönüyor, bizim bulunduğumuz yöne doğru; korkunç bir alkış; çünkü gelen engelli biri. Sonra diğer engelliler farklı mekanizmalı araçları ile kimi oturur, kimi tamamen yere paralel biçimde 42 kilometreyi elleriyle geçmenin yorgunluğu ve sevincini yaşıyorlar, kalabalıkla birlikte. Daha sonra ufukta ilk bayan yarışmacı beliriyor; bayanlar daha erken başladığından ilk bayanlar gelmeye başlıyor. Etiyopyalı, incecik biri;Baysa, Atsede, derecesi 2:29:19. İkinci bayağı sonra geliyor, yine Etiyopyalı. Sonra diğerleri hepsi iki-buçuk saat civarında bayağı bir bayan yarışçı; 14.000 bayan katılmış. Sonra yine bir maraton klasiği: Afrikalı erkek maratoncular başlıyor, önlerinde kameralar ve güvenlik arabaları ile; Hayle Lemi Berhanu, Etiyopyalı;2:12:45 derecesi ile. On dakika Afrikalı atletler geçiyor; sonrasında ilk beyaz ve Amerikalı görünüyor: Hine, Zachary.

Bu şekilde onbinler; kimi uzun, kimi kısa; kimi siyah, kimi beyaz, kimi genç, kimi yaşlı, bayan,erkek, görme özürlü, kimi ayakları olmayan, 72 milletten insan seli ve bunları gerçekten gönülden alkışlayan yüzbinler caddelerin iki tarafında; ancak hiçbir taşkınlık ve düzensizlik yapmadan. Bu gruba 3 yıl önce ne adına olursa olsun bombalar ile saldıran iki Çeçen asıllı; yanımda duran 5 yaşında çocuğa, eşi Çinli Koreli bayana, kardeşi sakat Utah’lı bayana, kızı ve oğlu için saatler öncesi buraya gelip o yaşında 4 saat dikilen yaşlı kadını, üç yıllık bir zaman kayması ile beni havaya uçuracak insanlıktan nasibini almamış, ruh hastası kişiler. Kendileri 3 yıldır nefretle anılan ve daha yıllarca anılacak ve mensup oldukları  ırk, milliyet, din, dil gruplarına karşı da insanlığın soru işaretleri taşımasına neden olan ucubeler. 2013 yılındaki bombalamada ayağını kaybetmiş bir bayanın takma bacakla bu yarışlara katılması günlerce televizyonlarda gösterilmesi ve yarış sırasında korkunç alkışlanması hep bu katillerin eseri.

Bu kadar çok katılımcı ve seyirciye rağmen organizasyon muhteşem. Nereden bildin denirse; yarış sırasında bitiş noktasına doğru yürüdüm; düzgün bir sırada her kes bir diğerine yol vererek 30 bin kişi sıra ile suyunu, meyve suyu, battaniyesi, madalyası, yarış son paketini büyük bir sakinlikle alıyor ve sahneyi terk ediyor. Kurulan tuvaletlerde bile bu kadar sayıya rağmen kuyruk yok ki bunu koşulara katılanlar anlar ancak.

İnsan karşılaştırma yapmadan duramıyor; koskoca İstanbul Maratonunda katılımcı sayısı, çoğu yabancı zaten ve seyirciler de çoğu Sultanahmet’teki yabancılar olmak üzere bir avuç…Reading, 18 Nisan 2016

37.nci  İstanbul Maraton; 15 Kasım 2015;  Katılım İstatistik:

Koşanlar Kadın Erkek Toplam
TÜRK 83 1.095 1.178
YABANCI 401 1.288 1.689
TOPLAM 484 2.383 2.867

 

60 yaşında her sabah yaşama sevinci

frangipani-hawaii-plumeria-1920x1080-wallpaper396579Yaşam: Okul öncesi, okul yılları, okul bitsin diye bekleme; sonra tayin, evlilik, çocuklar, yurtdışı, çocukların okulları bitsin, emeklilik, yeni işler bulma, ev alma, çocukların evliliği, torunlar…

Bunlar bitince değişik meşgaleler aranır, koşmak, gezmek, zevk için okumak

Sonra artık oturup dinlenmek, düşünmek ve şükretmek zamanı gelir; tabi koşmak, okumak, gezmek ile birlikte. Neleri düşünüp, şükredip mutlu olabilirim diye düşündüğümde, aşağıda sıraladığım ve sürekli yenilerini eklemeyi planladığım listeden her gün rastsal olarak birini seçip mutlu olmayı düşünme fikri geldi aklıma:

Ömür dediğin üç gündür; dün geldi geçti, yarın meçhuldür. O halde ömür dediğin bir gündür; o da bugündür (Can Yücel).

Bu sabah:

  • Hayattayım
  • Sağlıklıyım
  • Hiç bir hastane ya da doktora gitmeyeceğim
  • Hiç bir ilaç kullanmayacağım
  • Beni seven eşim yanımda
  • Telefon edebileceğim ve Skype ile görüşebileceğim çocuklar ve büyüklerim var
  • Çocuklarım sağ ve sağlıklı
  • Duru var, Selin var, Alp var
  • Torunlarım sağ ve sağlıklı
  • Çocuklardan sağlık ve mutluluk haberleri almak, ya da en azından olumsuz bir telefon, mesaj yok
  • Ben ya da ” off-spring”lerim bilinen 7 binden fazla nadir hastalıktan birine maruz kalabilecek genlere sahip değil
  • Hiç sigara içmedim, eşim ve çocuklarımın hiç sigaraya alışmadı
  • Büyüklerden, “düştüm kalçamı kırdım” ya da benzeri başka önemli bir hastalık haberi almadım
  • Elif inşallah iyileşti
  • İçecek temiz suyumuz var, damacana da olsa, hatta yakınımızda hâlâ pınar var
  • 60 yaşımda maraton koştum, 80’de de koşacağım
  • Ud ve keman çalabiliyorum, eşim de dinliyor
  • Vaktim var
  • Yakınımızda, sitemizde, koşacağımız alan ve Gym var
  • Gerçekten yardıma ihtiyacım olduğumda yanında kalabileceğim ve yardım eli uzatacak akrabalarımız var
  • Üstü, altı, duvarları kapalı sağlam bir evde yaşayabiliyoruz
  • İstersem deniz kenarında bir yere taşınabiliriz
  • Kalktığımda kahvaltı hazır olacak
  • Doğduğum ev henüz yıkılmadan duruyor, istediğim zaman gidip bakabilirim
  • Az-çok idare edebilecek akarım var
  • Kredi kartı ya da kredi borcum yok
  • Arabam çalışıyor
  • Sitenin bahçesi çok güzel
  • Bu yaşta hala hayal ve hedeflerim var
  • 60 yaşımda bazı hayallerimi gerçekleştirebildim
  • Tüm dünyayı gezdim, gördüm
  • Yarın bayram (arife günü için)
  • Görebiliyorum-duyabiliyorum-yürüyebiliyorum-koşabiliyorum-hızlı koşabiliyorum
  • Bir çok badireyi atlatabildim, yıkılmadım, ayaktayım
  • Bu sabah her şey mükemmel, olması gerektiği gibi
  • Torunlarıma bir sürpriz hazırlayacağım
  • İnsanlar bana güveniyor
  • Eşim çok nefis yemekler yapacak
  • İstediğimi yapabilirim, uzun zamandır takipte olduğum Science-Fiction filme gideceğim
  • Blog’uma yeni bir yazı ekleyeceğim
  • Doktora sınıfından 30 yaşlarında arkadaşlarım var
  • Deniz Lisesinden birçok arkadaşım var
  • Çalıştığım onca şirketten bir çok arkadaşım var
  • Beni dinleyen, tavsiye alan, takdir eden gençler var,
  • Birilerine faydam olabiliyor
  • 2025’te Mars’a gidilecek
  • 2030’da yardımcı robot alabileceğim
  • Çocuklarım, torunlarım en az 120 yıl yaşayabilecek
  • Bengaldeş ya da Suriye’de doğmuş olabilirdim
  • Hasta olursam, bana bakacak kimseler var
  • Ölürsem arkamdan dua okuyacak birileri var
  • Bugün birilerine yardım edeceğim
  • Pencereden güneşi görüyorum, karı, yağmuru 
  • Güneş hala Doğudan doğuyor
  • Haberlerde şehit ya da bombalama olayı görmedim
  • Ekonomik krizden bahseden bir yazı henüz görmedim
  • Yapılacaklar listesinde hep yeni ve iyi bir şeyler var
  • ……………………

Aslında fazla da bir şeyler de çıkmadı yaşamdan beklenen 😀

60’ta öğrendiklerim-1: AIG

Madem Amerika’lardayız, biraz buranın kültürünü canlı olarak öğrenelim istedim. Aynı apartmanda yaşayan emekli bir matematik öğretmeni olan Mr. Gil, ile arada sohbet ediyorum, kapının önünde gördükçe. Bu bölgede 1900’lü yılların başında gelen İrlandalıların istenmeyen topluluk olarak görüldüğü aynen Afro-Amerikalılar gibi ayrımcılığa tabi tutulduğunu ondan öğrendim. Bölge dünyanın her yerinden önemli göçler almış; İrlandalılar, İtalyanlar, sonradan Latin Amerikalılar, Çinliler, Hintli, Pakistanlı. Bu nedenle din görüşü olarak da çok farklılıklar var. Gezerken gördüğüm kiliseler hakkında soru soruyorum Gil’e. Katolik kilisesi, Protestan Kilisesi, Unitarian Kilisesi, hatta Korelilerin bile farklı ibadethanesinden bahsediyor. Genelde bu bölgede Katolikler, ABD  genel ortalamasına göre çok fazla oranda. Bu nedenle Reading şehrinde iki Katolik kilisesi varmış. Tüm Amerika’da kendini dindar olarak görenlerin oranı yüzde elliden biraz az. Bunların çoğunluğu Katolik (%20 civarında), ikinci sırada Baptist Protestanlar varmış. Hristiyanlık ile ilgili ayrıntılar bayağı karışık bulduğumdan fazla detaya girmek istemiyorum. 

Reading Kütüphanesi çok güzel ve çok çeşitli dergiler geliyor. İki haftalığına neredeyse tüm dergilerden alıp evinizde okuyabiliyorsunuz. Yine buradaki gazetelere bakarken AIG(Answers In Genesis) diye bayağı uzun bir yazı gördüm; Nuh’un gemisi resimleri vardı. Algıda seçicilik kavramı devreye girdi ve önce televizyon sonra internet üzerinden AIG ile ilgili konulara bakmaya başladım. AIG, kökten hristiyancı bir grup ve genç Dünya yaratılışçıları olarak yeryüzü ve evrenin oluşumu hakkında bilimsel temelleri reddeden, tam tersine İncil’de yer alan hikayelerin bilimsel gerçekler olduğunu savunan bir grup.  Bunlara göre Tanrı dünya ve evreni 6.000 yıl önce MÖ 4008 yılında altı günde yarattı. Nuh MÖ 2.500 yılında dinazorlar da dahil tüm hayvanları ve sekiz insanı gemisine aldı. Diğer tüm canlılar selde yok oldu. Bu konuyu abartarak Kentucy kentinde Nuh’un gemisini tekrar inşa ettiklerini ve bütün hayvanları burada sergileyeceklerini iddia ediyorlar. Nerede ise 5 milyondan fazla hayvan çeşidi, çarpı iki, artı tüm dinazor çeşitleri bir gemide. 

Devamı gelecek….

ABD: Yeni bir gözlem

Robin Bird
Robin Bird

Sabah dokuzda yola çıktım. Nisanın altısı. Yerlerde kar var, hava soğuk gibi; ancak güneş var. Yürümek için ideal bir ortam. Yarı-maraton çalışma planına göre bugün biraz gevşek davranabilirim; haftada bir gün. Etrafta kuş sesleri; zaten önünde yürüyüp kaçmıyor Robin-Birds, sincaplar yol açıyor. ve hemen ağacına tırmanıyor; yüksek ve ulu ağaçlara. Buraların sahibi olduğu iddialarını, Reading’de evlerine astıkları bayraklardan anladığım İrlandalılardan çok daha önce burada olduklarını anlatmak istiyorlar; hafif rüzgarda uğuldayarak, gerçekten konuşuyorlar. Yollar tertemiz, bakımlı. Ülkemiz kalabalık caddelerinden sonra burada terk edilmişlik ortamı yaşıyorum. Önümde uzanan “Summer Street” ismine zıt bu kış gününde bu yayanın ne işi var üzerimde der gibi. Yaklaşık 4 kilometre yolum var gideceğim yere; dört de dönüşü sekiz. Bir saatten fazla yollarda olacağım. Cadde dümdüz olduğundan sonunu bile görebiliyorum. Ne bir insan, ne bir başıboş hayvan. Ne kaldırımlarda park eden arabalar, hatta herkes erkenden işlerine gittiğinden araç bile nadiren geçiyor. “Lale Devri” şarkısını bağırarak söylüyorum, ağaçların uğultusuna karşı. Geçerken bir mağazaya giriyorum, sadece meraktan. Torunlara ufak birkaç hediye bulup kasaya gidiyorum. Koca dükkanda zaten fazla kimse yok. Kasadaki bayanla sohbet ediyorum. Soruyorum: “Yaşınız kaç, mahsuru yoksa?” Bana 76 (yetmişaltı) yaşında olduğunu ve tüm ömrünü bu kasabada geçirdiğini anlatıyor. Kocamı kaybedeli onbeş yıl oldu diye ekliyor.  Altı torunu ve birde torununun çocuğu varmış. İki yerde çalışıyorum diyor; buradan çıkınca başka bir mağazada “part-time” çalışmaya gideceğini söylüyor, gururla. Kırk yaşında emekli edilmiş biri olarak soruyorum: “Mecbur musunuz çalışmaya?” “Birinci neden ekonomik olarak çalışmam gerekiyor; çünkü sigortam %80’ini kapsıyor; geri kalan kısımı için para kazanmam gerekiyor” diyor. İkinci neden: “Çalıştığım zaman beden ve kafa sağlığımı koruyorum” diye anlatmaya devam ediyor, gülerek ve ilgi ile. Benim hakkımda da bilgiler soruyor. Bir müşteri gelince vedalaşıp ayrılıyorum.

Sırada kütüphane var. Daha kapıda, içeri girenlerden biri mutlaka kapıyı tutuyor, geçmeniz için, genç-yaşlı fark etmeden. Kütüphane görevlileri gülerek karşılıyor. İçeride yaşlılar ve “mental retardasyon”  oldukları belli bir grup var. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Tüm dergiler var; Türkiye’de çok pahalı bulduğum, bilim dergileri, yaşam dergileri, gazeteler, kitaplar, DVD, internet. Bir kaç dergi alıp okuyorum.

Oradan çıkıp, biraz yiyecek almak için markete giriyorum. İnsanların yüzüne baktığında muhakkak laf atıyorlar. Çalışanlar ve kasaya geldiğinde oradakiler, muhakkak “Nasılsınız bugün?” diyorlar. Burası bizdeki halk marketleri seviyesinde bir yer. Hafta içi ve çalışma saati olduğundan sanırım genelde ileri yaştakiler çoğunlukta. Market arabası ile reyonlarda karşılaştıkça herkes biri birine yol veriyor, gülerek ve  özür dileyerek. 

Sonra aynı yoldan, bazen de ara sokakları değiştirerek geri dönüş başlıyor. Saat biraz ilerlemiş. Bir-iki koşan var. Zaten yürüyerek giden benden başkasına rastlamadım, geldiğimden beri nerede ise bin kilometre koştuğum bu beldede. Bazen okul çıkışı çocuklar olabiliyor. Bir de okula mücavir caddelerin başını tutan gönüllü yol kesiciler. 

Reading’de bir gün daha çok sessiz ve sakin geçmiş oldu. Tabi buranın güzelliği buranın insanları için. Yoksa bizim gibi sonradan gelip geçenler için, dönüşte ve ara sıra hatırladığımızda iç geçireceğimiz bir hatıra olarak kalacak, sadece… Reading, MA-06 Nis 16 Salı

Yazmak

Yazmak konusu, garip bir şekilde, edebiyat ya da felsefe nedeni ya da sadece düşünceleri, hisleri aktarma dürtülerinden çok teknoloji ve internet sayesinde gelişmekte. Eskiden, sadece okumak, radyodan ve büyüklerden dinlemek vardı. Yazmak, bu konudaki dehalar ya da ilham sahibi kişiler haricindeki kişiler için bir lüks gibi idi. Yazı yazabilme vizyonu mevcut değildi. Yazmayı kolaylaştırıcı unsurlar henüz keşfedilmemişti; yılların daktilosu ve karakalem hariç. 1982 yılında ABD’de olmama rağmen tezimi elle yazıp, para ile okul sekreterlerine yazdırmıştım. O zamanlar bir konuda yazı yazabilmek için bir motivasyon da yoktu. Çünkü yazdıklarınızın yayımlanması başlı başına bir sorundu. Öyle herkes kitap yazıp ya da gazetelere makale gönderip yayımlatamazdı. 

Diğer taraftan, edebiyat ve felsefe dersleri, liselerde hâkir ve gereksiz görülmekteydi.  Lise fen bölümü müfredatından bile çıkarılan, karmaşık, anlaşılmaz ve zor konular olarak algılanırdı. Bu konular üniversitelerde tıp ya da mühendislik bölümlerini kazanmak isteyenler için bir engeldi. Herkes felsefeden çıkabilecek bir kaç soru için bu konuda ezber yapmaya bile gerek duymazdı. Günümüzde ilkokuldan itibaren başlayan önce lise sonra üniversite sınavlarına hazırlık dönemleri tüm gençliği nerede ise tek uğraşı haline geldi. Test kitaplarından başka kitap okuma, bir şeyler yazma, spora ya da müziğe zaman ayırma  saçmalığına(!) fikir olarak bile gülüp geçiliyor.

Bu konuda sadece sistemi suçlamak da doğru değil. Bazı edebiyat ve Felsefe hocaları, bu durumu daha da kötüleştirmek için ellerinde geleni ardına koymazdı. Bunlar, edebiyat ve felsefe konularını sevdirmeyi, yararlarını anlatmayı bilmezdi; hatta o zamanlar normal karşılanan dayak cezası bile sık sık uygulamaya koyarlardı. Çoğu hoca, bilemiyorum kendisi anlattıklarını ya da en azından öğretmekte olduğu edebiyat felsefe disiplinlerini özümsemiş mi idi? Böyle olsa bile aktarımda, iletişimde her zaman bir sorun vardı. Kendi edebiyat hocamı hatırlıyorum da: O kadar güzel konuları, şiirleri, hikayeleri ciddiyet ve nefretle anlatırdı. Hatta anlatmaz hep bizden bir şeyler hazırlamamızı isterdi. Sonra da ne söylersek söyleyelim eleştirir, bizden adam olmayacağını söylerdi.

saitfaik
Sait Faik Abasıyanık

Hamuru sevgi, düşünce, hoşgörü, yaşamı anlama, anlatma, zevk, eğlence olması gereken bu iki konuda maalesef hep korku, nefret, paçayı sıyırma önde gelen hareket tarzları olarak önümüze sürülmüştü. Halbuki ne gerek vardı ne anlama geldiğini, neye yaradığını bilmediğimiz mef’ulü-mefa-îlü diye ölçü ezberletileceğine. Ya da bu parça ana fikri nedir diye kalıp dışına çıkan yanıtların kabul edilmediği derslere. Ya da yaz tatilinde mecburen okuyup özetini çıkartmamız istenen Robenson Crusoe, bir macera özlemi olarak kalabilirdi içimizde.   Onuncu defadır okumakta olduğum Sait Faik hikayeleri öğretilse idi. İnsanlar ve deniz sevdirilse idi. Hayat öğretilse idi. Okuma merakım henüz ortaokulda “Hababam Sınıfı” ile başlamıştı.  Lisede ve nerede ise tüm klasik romanlar, yerli yabancı, satın alıp okumuştum, kısıtlı bütçemize rağmen.  Bu bile, kompozisyon diye hiç bir şey öğretilmeyen ve kriteri hocada mahfuz bir dersten lise bitirme sınavında ikmale kalmamı engelleyememişti; hâlbuki diğer derslerim çok iyi idi.

Müzik, resim ve spor konuları da böyle geçiştirilirdi. Müzik sadece flüt üflenen, resim ve elişi denilen dersler ise büyüklerin ellerinden öpen uğraşlar idi, bu konuda kabiliyeti olmayanlar için, tabi! Spor, zaten haftada bir saat; ancak spor kıyafeti bile giyilmesine gerek duyulmayan ve ne maksatla programa alındığı belli olmayan bir konu idi. Elli yıldır hala değişen bir şey yok; hatta daha da gerileme var bu sınav trafiğinde. Bu konularda da okullu olmamdan itibaren geçen 55 yıllık görgü ve bilgi birikimini aktaran yazılar planlamaktayım.

Ancak, her konuda olduğu gibi edebiyat ve felsefe konusunda da ilginin artması ironi bir şekilde rakip fen ve mühendislik alanlarındaki gelişmeler sayesinde olmakta.  Amazon ile başlayan kitap alımını kolaylaştıran ve ucuzlatan internet üzerinden alış veriş sistemi başladı önce. Web sayfalarında tüm konularda ve her dilde, fakat genelde İngilizce, tüm kaynakların gözler önüne serilmeye başlandı. Kağıt, kalem, sekreter gerektirmeyen bilgisayar üzerine yazılabilen ve istenilen şekle sokulabilen kelime işlemciler girdi hayatımıza. “Kinder” denilen okuma aygıtlarına indirilen kitaplar dergiler, makaleler. Akıllı telefonlarla her ortamda ve her anda erişim sağlanabilen bilgi denizi önüne serildi insanların. Tüm insanların yaşamı, özeli, gizlisi bu cihazlarla birbirine bağlı artık.  “Facebook, twitter, whatsup” gibi ortamların, yazma konusunda fayda sağlamadığı, hatta kullanılan argo ve kısaltmalarla edebiyatı katlettiği iddia ediliyor; fakat dünyanın en fazla cep telefonuna sahip olanların ve kullananların yaşadığı ülkemizde, en azından yazılan kelime adetleri eskinin telgraf ve mektupları kat kat geçmiştir.

Bilgisayar, cep telefonu ve bunlar üzerindeki internet vasıtası ile elde edilen diğer bir imtiyaz da yazmak olarak ortaya çıkmakta. Kişisel web sitelerin kolay ve ucuza açılabilmekte. Hazır programlar kullanılarak, biraz merak ve ilgi ve zaman sonucu oluşturulan ortamlarda meramımızı anlatmak, bildiğimiz, yaşadığımız konularda görüşlerimizi yazmak ya da bu konudaki uzmanların yazarların yazılarını milyonlara ulaştırabilmesi çok kolay artık. Ve bu durumun sürekli gelişmesi yazma konusunu oldukça desteklemekte. Bunu her konuda açılan ve açılmakta olan milyonlar hatta milyarlarca web sitelerinden anlayabiliyoruz. Edebiyat ve felsefe konularında söz söyleme ya da yazı yazabilmek için gerekli eğitim, altyapı ve donanıma sahip olmadığımdan, bunların ne kadarının bu disiplinlere uygun içerik sağladığını bilemiyorum. Ancak araştırma yaparken, ya da sadece aklımda olan binlerce felsefe sorusu ya da bir konuda yarım yamalak hatırladığı edebi bir eserle ilgili bir-iki kelimeyi yazdığımda, önümde açılan bilgi denizinden bunu görebiliyorum.

Bu noktada aklıma gelen bir soru da, bu kadar açılmanın etkinliği konusu; her kes yazmaya başlayınca bu kez okuyucu kitlesi sayısı düşmekte. Her ne kadar dünya ve ülkemiz nüfusu artmakta ise de, bunun kat kat üstünde web sitesi, yazı, kitap çıkmakta. Eskiden bir kitap çıktığında uzun bir süre o arada çıkan pek az kitap ile birlikte raflarda kalır ve insanlar bunları alır okurdu. Küçükken haftalık çıkan derginin en arka sayfasındaki çizgi romanın tek bir sayfası için heyecanla bir hafta beklediğimi hatırlıyorum. Ya da haftada bir gidebildiğimiz sinema önünde Teksas, Tommiks kitaplarını değişmek için koştuğumuz günleri. Gerçi web sitelerinin ne kadar ziyaret edildiğini gösteren sistemler var, ancak bunların doğruluğu şüphe götürebiliyor. Bu kadar siteyi kimin takip ettiği de profesyonel çalışma gerektiriyor.

Tabi tüm bu konular ülke ve kültürlere göre değişiyor. Amerika ve Avrupa’da cep telefonlarını kurcalayanların yanında yine de hatırı sayılır şekilde  metroda bir durak da olsa kitabını açanlar çok. Hatta buranın spor salonunda bisiklete binerken bile kitap okuyanlara rastlamaktayım. Geçen yıl Boston kışı 100 yılın rekorunu kırmakta iken, Barnes & Nobles kitapevinde bir dergi için sıra beklerken, yanımdaki bayana marketten alışveriş yapmış gibi kucağına doldurduğu kitapları sorduğumda: “Kış uzun geçecek gibi, belki evde mahsur kalırım diye kitap stoklıyorum” demişti. Tabi bu kültürlerde yazmak da çok ileri. Bilim, sanat, müzik, edebiyat, felsefe her konuda binlerce kitap yayımlanmakta.

Kitap yayın ve satışları konusu biraz karışık. İnternet üzerinden on-line ve ülkeler arası satış yanında, e-book olarak yayımlanan ve satılan kitap sayıları, normal kitap evlerinde satılanlardan çok fazla. Bu konuda yine internet üzerinden yaptığım kısa araştırmada sağlıklı bir veriye ulaşamadım. Ticari bir değer oluşturan ve “business” olarak bu konuyu takip eden kuruluşların olduğu bir ortamda bile kitap satışları konusundaki bu durum, web-tabanlı “Yazma” konusundaki karşılaştırma ve gelişmeler konusunda da istenen bilgiyi şimdilik sağlamıyor gibi…Reading, 05 Nis 16 

rekabet üzerine-1

Rekabet, çocukluktan başlamak üzere, okulda, okulu kısa geçen girişimciler için çok daha erken, askerlikte, iş hayatı her anında, zengin olduktan sonra zenginler arasında, emeklilikte kahvede, insan genetik yapısına kodlu ve yine genetiğe bağlı şiddette toplum hayatının vazgeçilmez bir etken, güç, duygu ve uğraştır.

Piyasalarda öncelikle var olma daha sonra ise küreselleşmeyle başa çıkma aracı olarak her yerde geçerli bir olgudur rekabet. Michael Porter stratejiyi şekillendiren rekabet kuvvetlerini işler kitap  ve makalelerinde. Daha sonra bu stratejiler kapsamında pazarlama stratejileri geliştirilir. Pazarlamanın 5P, 6P, 7P gibi pazarlama kuralları ortaya konulur. Teoriler, pratik uygulamalar ve durum çözümlemeleri incelenir okullarda.  Firmalar ise bunlar üzerine gidilerek mevcut ürünlerin satılması ve  kâra ulaşmaya çalışır.

Fakat, ne kadar akademik derin yazılar düşünceler oluşturulsa, firmalar kaç “P” olacaksa bütün kuralları uygulasa, bir çok büyük firma ya el değiştirir ya da iflasını ister. Neden olarak teknik eksiklikler, finansal, ürün, ürün gelişimi, rekabet konuları veya uluslararası krizler gösterilir.  Bana göre firmaların başarısızlığında akademik ve danışman firma uzmanlarının olayla ilgili araştırma raporlarında yer alan detaylardan öte en önemli neden: Büyük laflar içeren stratejilerden, kurallardan, kuvvetlerden çok insan faktörüdür.  Çok lüks AVM’lerde ne kadar güzel bir ortamda hizmet ya da ürün sağlayacaklarını ilan eden firmalardan bazılarına, ihtiyacınız halinde başvurduğunuzda daha kapıdan girerken buzdağına çarpmış transatlantik gibi olursunuz.  Resepsiyonda “Günaydın” demeyen suratı asık firmanın ilk kişisinden başlayarak. Sonra bu kalitesizlik ve sevgisizlik, firmanın epey para harcayarak yaptırmış olduğu İtalyan seramiklere ya da mobilyalardan yansıyarak hizmeti ya da ürünü veren kişiye gelir. İstersen alma ya da istesen başka yere git. Ben senin uşağın mıyım. Zaten burada bin liraya zor çalışıyorum. Bu cümleleri suratından, konuşmasından kolayca algılarsınız, çalışanların.

Satış sonrası şikayet için erişilecek kişiler zaten ya kadroda ya da ortada yoktur. Sözüm ona oluşturulmuş satış sonrası hizmetler servisi, sanki yüzde yüz güven aralığında tam olarak hizmeti, ürünü sağlamış daha da ne istiyorsunuz diyor, yetkili birisine erişebilirseniz. Ya da aynı konuda aynı firmaya yaptığınız dördüncü şikayette bile aynı basma kalıp klişe cümlelerle size geri dönülür. Firmanın ne kadar haklı olduğunu,  beş kuruşunu sizlere yedirmeyecek kararlılıktadır müşteri temsilcisi.

Bir teknoloji mağazası, devasa, yabancı yatırımı ama bizimkiler işletiyor. Otuzbeş liralık bir mikser bozulmuş, tamir için 30 TL istiyor ve değişim yapmıyor. Kaç kere aradık, yok. Halbuki müşteri potansiyeline bakmıyor. Halbuki bu davranış teknoloji mağazası ürün gamından yılda en aşağı onbin TL harcama potansiyeli, kaçırıyor. Ayrıca görüştüğü her kişiye olay naklediliyor, aman, sakına ha! Sonra bir yıl geçmeden bakıyorsun devasa bu teknoloji mağazası satılmış.

Son zamanda moda olan özel hastane, gidiyorsun. Yine ve hâlâ surat girişte başlıyor. Sen hastasın onlara muhtaçsın ya. Randevu saatine uymaya gerek yok, işin ne bekle. Doktor ise burnundan zaten kıl aldırmaz. Hemen MR, ultrason, daha şikayetini dinlemeden. Ya satış kotasını dolduracak ya da bu tetkikler olmadan bir şey yapamayacak şekilde yetişmiş. Çankaya’daki bir meşhur fizik-tedavi merkezine gidiyorum. Doktor hanım şikayeti soruyor, ancak dinlemiyor bile. Önceden ne gibi tedavi almışsın sormuyor. On gün fizik tedavi. Alt katta 18-20 yaşında çocuklar ve 300-500 dolarlık makineler sırtına konulup odada bu makinelerle tedavi olduğunu iddia ediliyor. Herhangi bir kriter yok, ne kadar akım verilecek, kaç şiddetinde ve nereye uygulanacak.

Her alanda ilk adım attığında karşılaştığın çalışandan, satış temsilcisine, satış sonrasına, müdürüne, herkes “işimden nefret ediyorum”, “beni uğraştıran müşteriden nefret ediyorum” diye bağırıyor.

Bu durumda, maalesef ülkemizde, Porter’ın Teorileri, önerileri, belirlemeleri pek bir yarar sağlamıyor küreselleşen dünyada, ya da pazarlama kuralları bir işe yaramıyor deniyor. Değil halbuki. Olay çok basit aslında. Müşteri ile temasta olan herkes örneğin Amerika’da gördüğüm seksen yaşında tezgahtarın yaklaşımı ile ve yaptığı işten gurur duyarak, insanlara saygı duyarak en önemlisi bu işten ekmek yediğini göz önünde bulundurarak, genel ortamdaki memnuniyetsiz ve mutsuz yaşamdan ayrı bir yaklaşımla bulunması sağlansa, bence sorunun temeli sağlam bir şekilde çözümlenir, ondan sonra üzerine, kural, teori, strateji, eylem planı, vizyon, misyon katları çıkılabilir.
Yok içmeye bir şişe bile ayran
Nene gerek senin taht-ı revan…Cem Karaca – Raptiye Rap Rap.

Reading, 05 Nis 16

Performance 2: Maraton için

Bir önceki yazıda hesaplamaya çalıştığımız orta-uzun mesafe koşularında kişisel performans tahminleri başta koşucu seviyesine(level) bağlı olmak üzere ortaya konulan çok fazla değişkenden en fazla etkili olan 12 tanesi üzerine kurulmuştu. 

Bu yazıda internette bulduğum ve bir kaç kez kendimde denediğim ve doğruya yakın sonuç aldığım bir testten bahsetmek isterim. Hani benim seviyem nedir sorusuna tarafsız bir yanıt bulabilmek için kurulmuş bir formül. Yoksa bazı koşucular kendilerini daha üst sınıftan kabul ederken, bazı mütevazi olanları daha alt seviyede olduklarını kabul edince formülde buna bağlı fazla ya da eksik performans hesapları ile karşılaşabilirler.

Maraton performansını faraziyesiz, değişkensiz doğrudan hesaplamaya yarayan bu test için koşu salonlarından birinde ya da evimizdeki treadmill olarak koşu bandına ihtiyaç var. Koşu bandında aşağıdaki tabloda gösterilen paterni dayanabileceğimiz yere kadar uyguluyoruz.  Bandın sürat ve eğimine karşı gücümüz bittiği andaki zamanı not ediyoruz.  “to” sütununda verilen sınırlardan birine kadar dayanabildi iseniz son sütunda maraton zamanınız veriliyor. Eğer arada bir yerde bıraktı iseniz bu sefer koşu bandını erken terk ettiğiniz için ceza olarak aşağıdaki formülü kullanarak maraton zamanınızı hesaplamanız gerekiyor. Burada süratten çok eğimler yorucu oldu, bana göre. Bu sayede maraton için başlangıç noktasına gelmeden zamanınızı tahmin edebilir, önceden yapacağınız programlarla bu süreyi ve PR’ınızı geliştirebilirsiniz.

Bence bu test, diğer bir çok değişkenin kullanıldığı ve regresyon ya da diğer benzeşim teknikleri ile elde edilen verilerden tahmin oluşturma formüllerine göre daha gerçek, mevcut kapasiteyi ortaya koymakta, BMI, yaş, egzersiz verileri gibi bir çok rakamlarla uğraşmanıza gerek kalmadan sonuç verecek tahminden öte bir yaklaşım gibi. Denemek lazım. Daha önceki satırlarda yazdığım gibi ben denedim, sonuç tutuyor.

Bu sonuçlar ile önceki performans yazısına gidildiğinde hem gerçek seviyeyi öğrenme hem de diğer orta mesafe koşuları için performans tahmini görme olasılığımız var. 

Kolay gelsin!

Cengiz Yardibi, Reading, MA, 03 Nis 16

Maraton zamanı(dak) = 351.57-38,5x bandı bıraktığınız dakika

min speed Grad total distance Marathon time(Min)
From to km/h (%) Km 351,57-3,85xto
0 5 4 4 0,33
5 8 6 4 0,80
8 11 7 4 1,28 5:09:13
11 14 8 4 1,87 4:57:40
14 17 9 4 2,55 4:46:07
17 20 10 4 3,33 4:34:34
20 23 11 4 4,22 4:23:01
23 26 12 4 5,20 4:11:28
26 29 13 4 6,28 3:59:55
29 32 13 6 6,93 3:48:22
32 35 13 8 7,58 3:36:49
35 38 13 10 8,23 3:25:16
38 41 13 12 8,88 3:13:43
41 44 13 12 9,53 3:02:10

Performance_4Runners

download “performance calculator sheet”

Sürekli koşmanın bir faydası da zihni sürekli temizleyerek yeni fikirlere yol açması, ilham kaynağı olması. Ancak, şu sıralarda olduğu gibi başka bir iş olmaması ve özellikle yakın tarihli bir koşuya odaklanmış olmak da sürekli koşu ile ilgili yazıların yazılmasına neden oluyor. İşte yine bir koşu yazısı:

İki yıldır, koşucu olarak koşmakta iken önceleri sadece belirtilen mesafenin bitirilmesi daha sonra geliştikçe buna göre hedef belirlemenin ve tabi ki gerekli antrenman, egzersiz yapmanın önemini anlamış bulunmaktayım Bu kapsamda gerek internet üzerinden yaptığım gezintiler, gerekse koşularda, antrenmanlardaki sohbetler sırasında öğrendiğim ve insan yapısı olarak zaten doğal olarak ortaya çıkan kendi durumunu diğerleri ile karşılaştırma güdüsü ile  performans takip etmenin yollarını aradım.wat Internet üzerindeki çoğu sitede, bazı değerler girilerek bir sonuç veriliyor. Tabi milyonlarca koşucu, belki bir  o kadar farklı “case”. Ayrıca bu sitelerde genelde birkaç temel değişken soruluyor. Buna göre de yüksek doğruluklu ve tatmin edici geri bildirim almak zor.

Bu nedenle, ben önceleri kendim için geliştirmeye çalıştığım formülleri, internetten bulduğum koşuda etkili olabilecek değişkenler ve bu değişkenlere ait verilerle de karşılaştırarak öncelikle her bir kriter için değişkenlerle çarpılacak, toplanacak katsayılar ve bunlara bağlı bir tablo geliştirmeye çalıştım.

Bu tablodaki değişkenler ve kriterlerin belirlenmesinde aşağıdaki noktaları dikkate almaya çalıştım. Ancak öncelikle bir referans noktası gerekli idi. Bunun için erkek, 35 yaşında, BMI 22, VO2 ‘si 75, haftalık koşu mesafesi 150 km, ortalama pace 5 ve interval yapan, deniz seviyesinde, 75 nem oranı ve koşu için uygun bir sıcaklık 18 dereceyi ve bu değerlerde yedi farklı seviyede performansı öncelikle ortaya koyarak bu noktalardaki farklılıkları formüle yansıtmaya çalıştım.

  1. Koşucu-Runner. Herkesin takdir edeceği şekilde olay koşucu ile başlıyor. Dolayısı ile kişisel özellikler, kadın/erkek, BMI, boy, kilo, yaş, koşuya başlama yaşı, VO2 denen olay, ciğer kapasitesi, kalp atım hızı, dolayısı ile kalp kapasitesi, bacak boyu, bu organların uyumu, tansiyon, hatta hastalık, sakatlık ve diğer özellikler, Yaş, konusunda genelde 35 yaş sonrası her yıl için km başına 2-3 saniye bir düşüş bekleniyor. Bu yine kişiden kişiye değişiyor. 65 sonrası bu düşüş daha da hızlanabiliyor. Diğer taraftan koşuya başlama yaşı da gelişim açısından farklı etkili. Yani benim gibi 58 yaşında disipline giren biri için, düşüş yerine 3-5 yıl performans artışı, tabi çalışma ve egzersize bağlı, beklenebiliyor ki ben de de böyle oldu. BMI ve BMI aynı olsa bile boy farklılıkları da performansa etkili. Ben bu hesaplamada mevcut verilere göre kendimce bir katsayı formülü ortaya koydum.
  2. Koşucunun yaptığı çalışma. Hiç bir şey ter dökmeden olmuyor. Çok kabiliyetli, yani kişisel özellik olarak koşu için çok müsait bir yapıya sahip olunabilir. Ancak bunlar çalışma ile ortaya çıkarılabilir, geliştirilebilir. Bu kapsamda, koşma mesafesi, hızı, dolayısı ile “pace”, “junk milesr”, “interval”, “fartlek”, “tempo” vb yapılacak koşuya özgü çalışmalar. Bu konuda çok iyi bir veteran koşucu olan  Yavuz Ertekin ile bir koşu sonrası yaptığım sohbet sırasında dinlediklerim, iyi koşucuların bile belirli bir tip çalışmada mutabık olmadığı idi. Sohbet sırasında kendisinin haftalık çok daha az mesafe koştuğunu fakat yüksek yoğunluklu “HIIT-High Intensity Interval Training” bir çalışma yöntemini benimsediğini, kendisi ile aynı derece yapan başka bir arkadaşının nerede ise iki misli mesafe koşarak fakat daha az yoğunlukta çalıştığını belirterek bana HIIT önermişti. Dolayısı ile internette ya da kitaplarda, sohbetlerde çok farklı ve birbiri ile çelişkili öneriler ortada dolaşabiliyor. Bence burada kişi özellikleri, sadece fizyolojik, anatomik olarak değil, psikolojik hatta çevresel konuların da farklı şekilde etkili olması önemli.
  3. Ortam ve zemin. Koşma irtifası, yarış sırasında iniş-çıkışlar (elevation gain), ortam sıcaklığı, nemlilik, zemin vb. Yüksek rakımlarda antrenman yapanlar, deniz seviyesinde bir yarışta daha avantajlı olabiliyor. Belki biraz da bunun için 3.000 metre platoda kurulu Addis Ababa’da yetişen Etiyopyalı atletler uzun mesafelerde ayrı bir kategori oluşturuyorlar.  Manzara bile koşu derecesine etki edebilir. Burada manzaraya dalıp vakit geçirme anlamında değil de insanın psikolojik olarak etkilenmesini kast etmekteyim. Yağmur, rüzgar ya da güneş olmasının etkileri zaten çok açık, PR üzerine.
  4. Ekipman. Ne kadar önemli bilemiyorum, ancak az da olsa dereceleri etkeliyebilir. Ayakkabı firmaları normalde 600-700 gr. (çifti) ayakkabı reklamı yaparken bazıları bunun yarısı hatta daha hafifi ayakkabılar geliştirmeye meraklı. Bakmak lazım, örneğin bir maraton boyunca ayaklarda 300 gr. daha az bir ağırlık ne kadar etkili olabilir? En basit bir yaklaşımla 70 kilo bir kişi için yüzde yarım bir fazlalık ve ağırlık merkezi uzağında. Kabaca  bu da 40-50 saniye fark ettirir maraton mesafesinde. Ya da kan dolaşımını hızlandırdığı iddia edilen çoraplar, hava aldıran Tee’s ve benzeri destek malzemeleri. Koşu saati faydası çok bana göre. Ne yaptığını, ne yaparsan ne olduğunu görüyorsun. Aksi takdirde ya çok deneyimli olman gerekiyor yada böyle biri ile beraber koşmak.Diğer bir fayda da koşu sonrası saniye saniye hareketlerini, HR, pace hepsini analiz edip karşılaştırma yapabiliyorsun. Koşuya etkisini bilmem ancak psikolojik olarak özellikle misafir olarak gidilen bir coğrafyada koşuların izlenmesi “google earth” desteği ile 3D izlenebilmesi, buraları tekrar tekrar koşmak gibi, psikolojik olarak.
  5. Grup. Bu sadece benim kendi deneyimim. Genelleme yapmak ne kadar doğru olabilir bilemiyorum. Hayatımın ilk ve tek maratonunda (60 yaşımda) , İstanbul’da 4h altı koşma hedefi ve hiç bitirememe korkusu karışık bir şekilde start sonrası 1-2 km. sonra tamamen hissi kabl-el vuku, 3:45 yazan balonun altındaki gruba katıldım. Ne kadar gidersem kardır, sonra bildiğim gibi giderim dedim. Rehberimizin de iyi ve disiplinli yönetimi sayesinde Gülhane yokuşuna kadar grupta kalabildim Orada biraz koptum ama 3:46 ile bitirebildim. Aynı konu çalışmalarda da önemli. Örneğin iyi koşucularla özellikle Eymir kenarında yaptığım çalışmalarda kendi başıma koştuğumdan çok daha fazla hızlı idim ve çok zevkli geçiyordu. Aynı zamanda yapılan sohbet sırasında farklı bilgiler edinilebiliyordu.
  6. Seviye-Level. Bence bütün bu hesaplamaların temeline kişinin mevcut seviyesindeki performans değerleri yerleştirilmeli ve diğer değişkenler ve çarpanlarla, bu seviyedeki performans değerlerine ekleme ya da çıkarma yapılmalı. En azından benim sistemde ben bu şekilde yaptım. Örneğin binlerce kişiden alınan verileri aynı potada regresyon ya da başka bir teknikle analiz edilip, yoğrulması ortalama bir fikir verse de buradan elde edilen formüller genelde çok kişiye uymaz. Çünkü genelde bunların ortasında bir eğri üzerine sonuç ortaya çıkıyor. Çeşitli “level” larda dünya en iyi dereceleri ve bunlara göre alt gruplamalarla seviyelerde dereceler hesaplanabiliyor. Nasıl ki kadın-erkek ayrı formüller var, tüm bu hesaplamaların başında gruplama yapılıp bu gruplara göre farklı çarpanlarla ve değerlerle hesaplamalara başlanmalı diye düşünüyorum.

İlave olarak, koşu  günündeki  halet-i ruhiye, hatta koşu sırasındaki lojistik masaları, yeri, hizmeti, sunulan malzeme ve burada belirtilmeyen başka etkenler de olayda söz sahibi olabilir.

Bir de koşu taktiği önemli performans üzerine. Özellikle başlangıç seviyesinde koşucular çıkışta yarış heyecanı, ortama uyma ve deneyim eksikliği nedenleri ile ilk kilometreleri hızlı geçmekte bu da ilerleyen mesafelerde yorgunluk ve düşük performansa neden olabilmektedir. Burada usta koşucuların koşulan mesafeye bağlı olarak değişik taktikler uyguladıklarını gördüm, örneğin 53/47 gibi. Mesafenin ilk yarısını hedef sürenin %53, kalanı %47’si ile koşma, yani yavaş başlayıp, sonradan hızlanma. Fakat benim beraber koştuğum İstanbul 2015 maraton 3:45 rehberi bizi hep sabit bir pace (5:20) ile koşturdu, başlangıçtan bitişe kadar. Belki bu da kişiye ve özelliklerine, psikolojisine bağlıdır. Her koşucu belirli bir süre sonra kendi paternine oturur sanıyorum, yani deneyimle ilgili bir konu.

Ne kadar dikkatli ve fazla değişkenlerle yola çıkılırsa çıkılsın, kişilere özgü katsayılarla da oynanması gerekir.

Bu kapsamda geliştirdiğim ve henüz “Beta-versiyonunda” test edilmesi gerekli tablo aşağıda. Bu tablo biraz iddialı. Şöyle ki, genelde belirli bir mesafe için, örneğin 5K, 10K, yarı-maraton, maraton gibi hesaplama yapılıyor. Benim çalışmada orta-uzun tüm mesafeler  kişiye ve girilen değişkenlere bağlı olarak  için hesaplanabiliyor (Tablo-1).

Tablo-1: Koşucu performans hesabı excel tablosu

Clipboard01

Burada her değişken için farklı formüllerle bir katsayı elde edilmekte. Yine farklı mesafeler için farklı çarpanlar kullanıldı. Bence internet üzerindeki diğer sitelerden farkı, genelde tüm koşuculara ait verilerin bir potada regresyona tabi tutulması değil de 7 farklı seviyede farklı şekilde hesaplanması. Bu şekilde nasıl kadın/erkek farklı katsayılarla hesaplama yapılıyorsa, bu farklı seviyelerde farklı sonuçlar hesaplanıyor. Bu seviyeler ve dereceler, dünya rekoru, uluslararası, ulusal, bölgesel, lokal, başlangıç ve bir de ulusal ile bölgesel arası çok koşucu olduğundan yedinci grup olarak ekledim.

Seviye sonrası kişisel özellikler kapsamında, yaş, BMI, VO2, egzersiz olarak yapılan çalışmaların özellikleri, daha sonra çevre ve hava durumu.

Ne Faydası Var?
♥ Öncelikle yeni koşuya başlayan biri için nasıl bir performans gösterebilir merakını giderir.
♥ Diğer her seviyedeki koşucuların o günkü verilerine göre performansları hesaplanabilir.
♥ Koşucular içinde seviyeniz ortaya çıkabilir. Bunun için diğer tüm 12 değişken girilerek, tablodaki seviye değişkeninde yedi-seviye ile oynanarak gerçekleşen PR’ınıza  en yakın derece  koşu dünyasındaki yerinizi gösterir. Bu çok önemli çünkü bir hedefiniz varsa öncelikle başlangıç noktanızı bilmeniz gerekir.
♥ Önemli bir katkıda, ne yaparsam ne olur? Örneğin 5-kilo versem ne olur. Haftada 50 yerine 80 km. koşsam, hangi “pace” ile koşsam, interval yapsam mı vb.

Eğer yukarıdaki tabloda belirtilen 13 değişkeni (renkli hücrelerde) gönderirseniz performansınız, farklı mesafelerde hesaplayıp gönderebilirim. Daha sonra bu WordPress üzerinde usta olursam belki interaktif bir tablo da oluşturabilirim.

Belki “Big Data” kapsamında ileride çok daha fazla veri ve kişisel bilgilerin doruğa çıkacağı, metabolizmanın incik cincik edileceği dönemlerde daha koşuya başlamadan derecemiz belli olur muki? Ancak bu durumda belki kimse koşmak istemez, derecem zaten belli diye, belki de. İleride zaten sanal koşulara hazırlanın. Dünya çapında milyonlarca insanın sanal olarak aynı anda koşabileceği dev bir maraton. Evde yada sahada bazı ekipmanlarla koşuyorsun. Bunlar bir ortamda birleşerek sanal maraton koşuluyor.  Ben yetişemem ama şu anki gençler muhtemelen görebilirsiniz.

Sağlıcakla,

Dr. Cengiz Yardibi, E. Dz. Kur.Yb. Reading, MA-USA, 02 Nis 16

 

Matera, ITALIA-1

İtalya, benim bezdiğim gezdiğim, gördüğüm, yaşadığım ülkeler arasında, yine bana göre dünyanın en görülesi ve yaşanası bir kültür. Tarihi, daha önemlisi bu tarihin korunması, mevcut güzellikleri, insanların yaşam sevinci, şarkıları, moda ve tasarım, mobilyası, yemekleri, deniz ürünleri, ben pek düşkün değilim ancak söylenen şarapları, havası, konumu, Ferrarisi… Bu liste uzar gider. Tabi ki bu ülkenin de sorunları, istenmeyen konuları var. Ancak bu yazıda sadece bir güzelliği aktarma isteğimden dolayı bunlar hiç girmiyorum.

O kadar tarihi yerleri var ki. Medieval (*) dönemden kalma ve bir çivi çakılmadan korunmuş şehirleri, Amalfi, Pozitano, Sorrento, Cinque Terre, Portofino, venedikSan Remo, gibi doğa
ve deniz harikası turistik yerleri. Roma, Firenze ve Vendik belirtmeye bile gerek yok, Ayrıca Pisa, Burano, Murano, Capri adaları,  Napoli (eski hali ile) ve Pompei ve Vezüv, Como, Taormina, Siena bunlardan sadece meşhur olanları. Bunlar gibi binlerce şehir ve her şehirde yüzlerce, Roma, Firenze gibi yerlerde binlerce tarihi eser, güzellikler.

matera2Binlerce köy, kasaba, tepelerin üzerinde.Bunlardan biri de İtalyanın güneyinde yer alan Basilicata Bölgesindeki Matera şehri (Ma-tee-ra diye okunuyor). Bu muhteşem şehri birdenbire sunarak fazla heyecanlanmamanız için gece görüntüsü olan bir resimden ile  yazıyı süslemek istedim.

Matera - ancient cave city. Italy,Basilicata (view from cave)Sassi di Matera buranın Paleontoljik devirden kalan eski şehri anlamında ve koruma altında bir kısmı. Aynı bizim Ürgüp gibi 1950 yıllarına kadar bu bölgede fakir insanlar mağara tarzı evlerde yaşarlarmış. 1980 yılından sona ancak, buralarda turistik ve bugünkü müthiş organizasyona başlanmış. Matera bizim Göremeye benzetilebilirse de, tarihi bölge Göreme’den çok daha büyük bir alanda ve evlerden oluşuyor.

Sassi’nin karşı yamacındaki mağaralarda Neanderthal insanların tarih öncesi dönmelerde yaşadığı ortaya konulmuş. (**) neandSabah kimse kalkmadan otelden çıkıp koştuğumda tarihin içinde yüzüyormuşsunuz hissi doruklarda. Sassi ile Neanderthal mağaraları ayıran vadiye kadar koştum ve burada durarak yüzbinlerce yıl öncesi insanların ve neanderthallerin buralarda yaşadığını, mağaradan ilkçağ homo-sapiens ya da bir neanderthal çıkıyor olduğunu hayal ettim.

Matera - SassiBasilicata, Campagna Bölgesine bitişik. Campagna’da en önemli şehir Napoli. Arada Vezüv var. Ancak Campagna’dan Basilicata’ya geçtiğinizde sanki “StarGate” den (***) başka bir aleme geçmiş gibi ortam ve insanlar değişiyor. Napoli’de belirli bir saatten sonra sokağa çıkamazsınız. Hatta günün en işlek anında bile, yaya iken, araçta iken, trende iken alarm durumunda olmanız gerekir. Açıkta, cüzdan, çanta, kolye hatta gözlük bile takamazsınız. Biraz dikkatiniz dağılsa çarparlar. Kalabalık, sık sık yığılı çöpler, grevler. Halbuki Matera’da sabah yedide sokaklarda koşarken, sokakların pırıl pırıl temizlendiğini, bazı evlerin kapısının açık bırakıldığını gördüm.

gattiniŞehrin içinde her karış tarih. Bu kapsamda çok sayıda manastır ve kilise olması da normal. Benim kaldığım otel Palazzo Gattini de 15 YY’dan kalma, o zamanki hali korunarak restore edilmiş. müthiş bir yer. Her odada ayrı bir tema ve tarih. Gerçi alışık olmayanlar için ilk başta biraz ürkütücü. Ancak gerek çalışanların güler yüzü, gerekse otelin içinde biraz dolaştıktan sonra çıkılan terasta önünüze serilen manzara kelimelerle anlatılamayacak kadar güzel. Özellikle erken saatte güneş doğarken ya da tam karşısı güneş batarken, gece her an ayrı bir manzara ve güzellik.

Binlerce resim ve video var internette, işte bir tanesi, HD formatta.

Devam edeceğim, bu kadar özellik ve güzelliği bir nefeste anlatabilmek çok zor!!!

(*) Medieval Ortaçağ
(**)http://www.lagazzettadelmezzogiorno.it/news/puglia/203223/L-uomo-di-Altamura-era-di.html
(***)StarGate https://tr.wikipedia.org/wiki/Y%C4%B1ld%C4%B1z_Ge%C3%A7idi