Cappadocia UltraMarathon-2017 Running Report

We are under the Cappadocia Ultramaraton Starting Point-Arch  at 6:30 in the morning at Ürgüp, Cappadocia. The race start time is 07:00.  Two-group starts running: 60K and 110K. I will run 60K. The weather is cold 5-6 degrees and dark yet. However, due to the temperature to rise above 20 in the afternoon, I am wearing a light T-Shirt. Somebody set a fire nearby and we are getting some heat.

Ultramaraton is not only a healthy lifestyle or a longevity key, but  it is a philosophy in the developed societies (2017 Cappadocia-Ultra 114 Km from 150 people, only 45 from Turkey, while  Romania 9, Poland 8, Russia 8, France 7, Greece 7, United Kingdom 7, Belgium 6, Japan 6 ………). Cappadocia UltraMarathon: There is no such a place to run around the world: terrain, panorama, history, weather… Even the most famous ones :Spartathlon, Mont Blanc, Western State, South Africa do not have so many natural beauties according to the participants. Meanwhile, Salomon Cappadocia Ultra Trail has entered the ultra-Trail World Tour (UTWT) calendar, where the most prestigious events of the world can take place since 2017, and for that reason many foreigners have been attracted here only for running in this event.

startThe race started just on time at 07:00 sharp. We, 450 runners,  all started to climb up toward Ürgüp exit with a great joy.  The sun just rising There are quite a few tourists in Cappadocia even in this season. The baloons  already have taken off in the air in fornt of us carrying the tourists who want to  watch the sunrise over Cappadocia magical view background; what a landscape: fairy chimneys, balloons, houses carved into the rock on the sides of Urgup.

Let’s get back to race: At first, there is no fatigue yet, we are all fresh. That’s why everything looks perfect. The first stage is about 10.6 Km within the whole plan to take about 8-9 hours for myself. When we arrived the first CP (Refreshment Point) İbrahimpaşa, everyone who fascinated by the air, the scenery, the psychology of the event  telling each other that it was so good to participate the event and run in. But the climbing had not yet begun.

 49586015

When we look at the running course and altitudes, we see that all the cities have been visited as a full Cappadocia Tour. But not using the normal driving roads, instead by climbing up to the steep uphills, going dangerous downhills, passing under the rocks that are carved under fairy chimney. Up to Uçhisar there will be 15 Kilometers and two more hills are waiting. Uchisar was founded at an altitude of 1500 meters. When we come to the skirts of this hill, everyone started to walk. When we approached to CP, a delightful smell spread around. When I searched around to find the source of this smell  I saw one of the most beautiful flower gardens I’ve seen till today.

6104_Cappadocia_Tour

After having refuled and got some rest  at Uchisar CP, we set off for the third stage, which is relatively an easier one. I arrived Göreme quickly, because of the short distane abut 7 Km; what goes up must come down. But it is not flat in the ups and downs: Stoney, sandy; in some places you can only descend with the help of rope or stairs. It seems that everything goes according to plan. But, the next stage between Goreme and Çavuşin is getting to be tough because of fatigue of 30 more Km, increased temperature and terrain. And the plans starts limping. When I arrive CP in Cavusin, at Km 44,  the frustration covers by the effect of being both tired and lagging behind scheduled target time. For a moment, some cells in the cortex of my brain cast a fishing line thinking “these roads will not be ended, quit the race”. But I must complete the adventure and cannot quit now because of  so much expenses, heavy training and exercises, promises. A few meters away from Cavusin I hit the a wall, namely Akdağ means White Mountain. Mamma mia,  What on earth is that? But I have to pass over it. Running aside going up by walking is very hard.  If we stumbling on a rock or other obstacles which there are abondance around, you can imemdiately find yourselves at the bottom of the mountain. Some runners carrying skier’s batons, officially we are performing mountaineering. The climbs I thought would end up on the top of the wall but after every climb we find ourselves in front another height to climb.

capp
Clipboard01

Finally climbing finishes and I started to ascend and arrived at final CP exhausted. My PL (personel Longest) was Fifty kilometers before and run only once at Iznik ultra.  After a little bit of restig and fueled, I forced myself to get to go for final 10K with my cramp ready legs and aching feet. After a few kilometer I saw Urgup, where the finish point set up. My stomach is full of water and coke mix making slopping sounds. Suddenly I realized that the road signed as our route turning away from Urgup; that was frustrating. But finally hearing from the words from a young man running opposite us, who already finish the race and coming back to find his friends:“Hang on, last kilometer” I rejuvenated.  Last  part was downward but cobbled. When I realized that this was gonna end of the story I started to sprint and arrived the finish line, exhausted but satisfied, without having any injury, cramp. That was my new PR  as a longest run, 60K.

DSC_1894

Once more, I am very happy being  participated this nine hours, sixty one kilometer and 1800 meter climbing run  with a motto “ meglio tardi che mai” motto . 

DSC_0371
EFE_9370_1680x1120
DSC_0231_1680x1120

Cappadocia-UltraMaraton 2017 Koşu Raporu

Sabah 06:30’da Cappadocia Ultramaratonu1 başlangıç takının altındayız. Yarış başlama saati 07:00. Bu grupta iki mesafe koşacaklar bekleşmekte: 60 ve 110K, ben 60K koşacağım.  Hava soğuk 5-6 derece. Ancak öğlene doğru 20’nin üzerine çıkacak sıcaklık nedeniyle kısa kol T-shirt ile soğuktan kurtulmak için zıplarken birisi yanımdan geçerek sıranın ilerisine doğru kibar ve çekingen hamleler yapıyordu.  Yurtdışında yarışlarına katılanlar bilir:  Hem katılım çok hem de kurallara uyanlar çoğunlukta olduğundan, başlangıç düzeni için  sınıflama yapılır sür’ate göre ve her fani (varsa katılan Türkler hariç) bu çizgi ya da bölgede olaya başlar. Bizde genelde bir kargaşa ve sonradan gelenlerin omuz atarak ve “Ahmet orda mısın” nidaları ile öne atılanların çoğunlukta olduğu  bir manzara görülür. Ben de bu yeni gelen genci (40-yaşlarında) bunlardan biri zannettim, fakat daha önceki deneyimlerimden fazla da karışmayıp kenara çekildim, geçti gitti önlere.   1 Ultramaraton yarışları, maraton mesafesi 42.195Kilometreden daha uzun koşulara verilen isim.

Aykut ÇELİKBAŞ: 1 Ekim 2016 246  kilometrelik SPARTATHLON YARIŞI Bitiş Simgesi Kral LEONIDAS Heykeline Dokunuş: Ne büyük başarı & mutluluk!
Aykut ÇELİKBAŞ: 1 Ekim 2016 246  kilometrelik SPARTATHLON YARIŞI Bitiş Simgesi Kral LEONIDAS Heykeline Dokunuş: Ne büyük başarı & mutluluk!

Sonradan anladım ki bu elit sınıfı koşucu en üst seviyeden biri olarak öne geçmek, önde başlamak hakkını kullanmakta. Bunu nasıl anladım: Koşu sonrası müteakip ultralar için daha bilimsel ve etkin bir şekilde hazırlık yapabilmek maksadı ile literatür taraması yaptım ve “UltraKitap” adlı bir kitap aldım. Ve gördüm ki benim yanımdan süklüm püklüm geçmeye çalışan bu zayıf görünümlü kişi, Aykut Çelikbaş,  “Atina-Sparta arasındaki 246 kilometrelik SPARTATHLON yarışına katılmaya hak kazanan ilk Türk ve bu yarışı üst üste üçüncü kez tamamlayan kişi imiş (ki bunun olasılığı %5, yani dünyaca ünlü 100 ultracıdan sadece beşi bunu 3 kez üst üste bitirme kapasitesine sahip.)  

Bu olaydan  bir gün önceki kayıt ve faaliyetler esnasında bu tip garip(!) arkadaşlara rastlamak ayrı bir zevk. Bunlardan biri de bir hafta önce yine Spartathlon’da 246 K, 32 saatte bitiren Mert Derman: Ankyra spor klübünden beraber koştuğum arkadaşım. Kendisi mütevazi bir şekilde “recovery2” maksatlı 110 K yazıldığını söylüyor. Bir haftada toplam 356Km koşmuş olacak, arada da ilave “recovery” koşuları yapmadıysa.                                                         2 Recovery  zorlu koşuların sonrasında yapılan toparlanma koşusu 

Ultramaraton olayı sadece bir sağlıklı yaşam ya da uzun yaşamanın anahtarı olarak değil bir felsefe olarak yaşanıyor gelişmiş toplumlarda (2017 Cappadocia-Ultra 114 Km yarışına katılan 150 kişiden, sadece 45’i Türkiyeden, Romania 9, Poland 8, Russia 8, France 7, Greece 7, United Kingdom 7, Belgium 6, Japan 6………). Halbuki böyle bir koşu parkuru dünyada başka hiçbir yerde yok: Zemin, doğa, manzara, tarih, hava… En meşhur Spartathlon, Mont Blanc, Western State, Güney Afrika gibi ultramaratonlarında bile bu kadar çeşitli doğal güzellikler olmadığı katılanlar tarafından aktarılmakta. Bu arada resmi adı ile Salomon Cappadocia Ultra Trail 2017 yılından itibaren dünyanın en prestijli koşularının yer alabildiği ultra Trail World Tour (UTWT) takvimine girmeyi başarmış ve bu nedenle de pek çok yabancıyı, nispeten, çekmiş buraya.
start
Yarış başladı tam zamanında. Hepimiz, yaklaşık 450 koşucu zevkle tırmanmaya başladık Ürgüp çıkışına doğru. Güneş henüz doğuyor. Kapadokya’da epey turist var bu mevsimde bile. Balonlar güneşin doğuşunu izlemeye gelen turistleri alarak havalanmış, belki 100 tane; nasıl bir manzara: Peri bacaları, balonlar, iki tarafta Ürgüp’ün kayaya oyulmuş evleri. İlk başlarda henüz yorgunluk yok, tazeyiz. Bu nedenle de her şey mükemmel görünüyor. Kendim için yaklaşık 8-9 saat arası sürmesini planladığım koşunun ilk etabı 10.6 Km. İlk CP (Tazelenme Noktası)  İbrahimpaşa’ya ulaştığımızda havadan, manzaradan, olayın psikolojisinden etkilenerek iyi ki buraya gelmişim diyor herkes. Ancak henüz tırmanışlar başlamamış tam anlamı ile.
49586015
capp
Koşu Rotası
Clipboard01
Mesafe, CPs & Yükseklikler
Koşu rotasına ve yüksekliklere bakıldığında  Kapadokya olarak gezdirilen tüm şehirlerden geçildiğini görüyoruz. Ancak normal yollardan değil, arazide kah çıkarak, kah dik yokuşlardan inerek, kah dehliz gibi oyulan kayaların altından geçerek. Uçhisar’a kadar daha önümüzde 15 Kilometre ve iki tepe var aşılacak. Uçhisar 1500 metre yükseklikte kurulmuş. Bu tepenin eteklerine geldiğimizde ilk dik yokuşta herkes yürümeye başlıyor. Tam CP yaklaşırken nefis bir koku yayıldı etrafa. Zaten yürümekte olduğumdan etrafa bakınca bugüne kadar gördüğüm en güzel çiçek bahçelerinden birinin uzanmakta olduğunu gördüm patika boyunca. Bu bölgede genelde yabancılar eski harap evleri alarak restore ediyor ve bir İtalya, İsviçre modeli manzaralar oluşmasına yardımcı oluyorlar. 

İkinci CP Uçhisar’da ikmal tamamlandıktan sonra daha kolay bir etap olan üçüncü etap için yola çıkıyoruz. Göreme çabucak geliyor mesafe kısa olduğundan ve her çıkışın bir inişi deyimi kapsamında indiğimiz için. Ancak inişlerde düz değil: Taşlık, kumlu; bazı yerlerde ip ya da merdiven yardımı ile inilebiliyor. Her şey plana göre gidiyor gibi.  Ancak bundan sonraki etap Göreme-Çavuşin arası hem yorgunluk, hem artan sıcaklık hem de arazi nedeniyle zorlamaya başlıyor, ilk defa bu kadar uzun mesafeye çıkan biri olarak.  Ve planlar aksıyor. Çavuşin CP eriştiğimde 44 ncü kilometrede, hem yorgunluk hem de hedef gerisinde kalmanın etkisi ile moraller biraz bozuluyor. Bir an bu yollar bitmez bıraksanmı ki diye olta atıyor beynin korteksindeki bazı hücreler. Ancak ne olursa olsun bu 60K bitecek, o kadar masraf yapıldı, antrenmana çıkıldı, millete deklere edildi. egim2Çavuşin’den ümitsizce yola çıktıktan bir kaç dakika sonra duvar misali yükselen Akdağ’a  çarpınca “Bu ne yaaa!” demeden edilmiyor fakat tırmanma başlıyor. Ama ne tırmanış. Koşmak bir yana yürümek bile mesele. Bir yuvarlansak, ayağımız bolca bulunan taşlara takılsa aynen dağın dibinde buluruz kendimizi, o kadar. Bazıları ellerindeki kayakçı batonlarından destek alarak çıkıyorlar, resmen dağcılık etabı. Duvarın üstüne çıktığımda bitecek zannettiğim tırmanışlar bir kaç küçük ilave tepeciklerle devam ediyor.
brian1

Nihayet inişe geçer geçmez son CP’ye bitkin erişiyorum. Elli kilometre bitmiş. Bundan önceki en uzun mesafem 49K İznik. Burada biraz oyalandıktan sonra nerede ise kramp girecek ve bir numara büyük olmasına rağmen ayakkabıya sığmayan ve acımakta olan ayaklarla bir an önce bitmesi için son 10K yola çıkıyorum. Git git tekrar ufak çıkışlar, inişler. İnsanlar seyrekleşmiş rota üzerinde. Beş-Altı kilometre sonra Ürgüp görünüyor. Saatin şarjı bittiğinden mesafe ve zaman konusunda karanlıktayım. Gerçi sırttaki çantada telefonu var, ancak şimdi kim duracak, sırt çantasını indirecek, içinden telefonu bulup saate bakacak. Zaten su ve kola içmekten mide cambul cumbul ses çıkarmakta. Vücut nedense bu içeri alınan suyu kullanmıyor ve sürekli susuzluk mesajı veriyor.

Neyse, Tam geldik derken bir de ne göreyim: Bizim koşmamız için işaretlenen yol Ürgüp’ten uzağa doğru kıvrılıyor 60K tamamlanabilmesi için. Artık son bir gayretle her köşede yolun tekrar Ürgüp’e dönmesini  beklerken, nihayet bir noktada yarışı bitirmiş arkadaşları için geri dönen bir genç “Ha gayret 1K kaldı” deyince canlanıyorum. Son metreler bayır aşağı fakat parke taşlar var, şehre girildiğinden. Burada depara kalkarak bitişe erişiyorum, kendi PR mesafesi olan 60 Kilometreyi tamamlamış  olarak; hem de yol boyunca çeşitli nedenlerle, kramp, sakatlık, düşme, yaralanma durumunda kalarak ilk yardım bekleyenler kervanına katılmadan bu ilk en uzun mesafeli koşumda (Aslında ITRA-International Trail-Running Association- kullandığı formüle göre parkurun yükseklik kazanımı/100, mesafeye kilometre olarak ekleniyor, güçlük derecesi kapsamında. Bu durumda 1.810 metre YK olan bu parkurda toplam mesafe=61+18.1= yaklaşık 80Km’ye uzamakta.) 
DSC_1894
Bir kere daha “Geç olması hiç olmamasından iyidir” mottosu ile koştuğum dokuz saat  ancak dokuz yıllık bir yaşanmışlıktan fazla zevk aldığım bir olayı iyi ki yapmışım diyorum.
.. Ürgüp 21 Ekim 2017
!!!!!!!!!!!!!   Ana Sayfa için buraya tıklayınız   !!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
 Not-1: Yorumlarınızı bu yazının altında BİR CEVAP YAZIN-YORUM kısmına yapabilirsiniz,
Not-2: Bu yazıyı sevdiklerinize “FORWARD” edebilirsiniz.
DSC_0371
EFE_9370_1680x1120
DSC_0231_1680x1120
EFE_9412_1680x1120

 

Yine Yenildik!

milli
Toplam Değer= 0 (Sıfır) EURO

Yine aynı hikaye: Son iki maçı kazanırsak bilmem ne kupasına gidebiliriz, haydi aslanlar! Rasyonel bir düşünce yok, analiz yok, çalışma yok, ama gaz çok, haydi aslanlar. 

İzlanda üçyüzbin nüfus, yüzbin kilometrekare ,dünyanın en soğuk yerlerinden biri, volkanik topraklar, top oynamak için gerekli geniş düzlükler, yeşillikler olmaması gerekir. Ancak bilmem kaçıncı kez bu takıma karşı hezimete uğruyor, 80 milyon insanın içinden çıkan, çoğu Avrupa’da yetişmiş, ya da sonradan gitmiş, gelmiş bebeler. Bebeler, çünkü şımarıklar, tembeller, insanlar şişirmiş, her gün gazete, TV, internet kim kimle gezdi, ne giydi gibi insanımızın tipik karakteristik ve kültürünü yansıtıyorlar. Zorla koşmaya çalışıyorlar, zaten birbirleri ve yöneticileri ile kavgalılar, aralarında Türkçe bilmeyen bile var. İzlandalı futbolcular ise işi zevkine yapıyor. Zaten 15-30 yaş arası erkek sayısı 30.000, demografik yapıya bakılırsa.Bunlardan 30 kişi takıma çağrılsa, bin kişide biri milli futbolculuk yapıyor, kasaplık, öğretmenlik vb. mesleklerinden kalan boş zamanlarında.

Bu garip kişiler yine çalışmadan, üst düzey şımarıklık ve gazla, sadece Eskişehir büyüsü diye ad taktıkları bir hurafeye sığınarak sahaya çıkan, seksen milyonun gözünün içine baktığı 11 şımarık ve tembel adam, başlarında işi bitmiş Romanya’lı bir yönetim emeklisi ile üç gol yiyor ve hala sırıtıyorlar.

Geçtiğimiz günlerde, içeride, iki büyük (!), lafta, takım sahaya çıkıyor; neymiş adı derbi. Takımların kadrosuna bakıyorsun 8/11 yabancı. Sanırım bu da sınır olduğundan, yoksa 11/11 olacak ya…(Nihayet bu da gerçekleşti: 14 Ekim 2017 tarihindeki Galatasaray-Konyaspor maçına, Galatasaray 11’i de yabancıdan oluşan ve Türkçe tezahüratları anlayaman bir takımla çıktı. Alttaki yoruma bakınız.) Arkalarından statlarda, TV başlarında milyonlar. Biri gol atsa diğerleri ah, vah, kavgalar, hatta cinayetler.

Ülkede spor adına yapılan başka faaliyetler bunların yanında binde bir. Okullarda spor göstermelik, zaten vakit bulunamıyor deniyor. Ancak sadece vakit sorunu değil, kültür sorunu, kafa yapısı, tembellik. Türk vatandaşları obezlikte dünya liderliğine oynuyor. Çocuklarına sonsuz kaynak aktarıp en iyi (Yine lafta) okullarda okutmaya uğraşan ana-babalar, kendileri de bilmediğinden çocuklarının sağlığını ve geleceğini tehlikeye atacak şekilde 8-10, hatta daha küçük yaştan beri çocuklarının aşırı kilolarını görmüyorlar. Spor yok…

Gelişmiş ülkelerde ilk-orta-lise-üniversite kampüsleri spor alanları ile dolu ve spor yapılıyor. Bizde okulların bahçeleri betonla kaplı, evler, siteler rantsal dönüşüm sonrası zaten az olan bahçelerini tamamen kaybediyor; sokaklarda koşmak bir yana yürümek imkansız, altyapı ve hain sürücüler nedeniyle. Doktorlar profesörler(!) koşmayın diyor ülkede. Çünkü koşmazsan hasta olacaksın ve bu özel hastanelerin, ilaç firmalarının cirolarına katkıda bulunacaksın.

Bırakın artık 8/11 yabancı kadroların oluşturduğu sözde süper, fakat gerçekte ne idüğü belirsiz bu takımları desteklemeyi, gaza gelip anlamsızca ve boşuna milli takımın İzlanda’yı yeneceği günleri beklemeyi; her hafta maçlardan sonra yüzlerce boş adamın hiç bir bilimsel ve teknik değeri olmayan fakat mahalle ağzı, argo dolu sözde “maç kritikleri” diye tüm kanallardaki palavra bölümlerini izlemeyi. Giyin şortları, spor ayakkabılarını, çocuklarınıza da giydirin, koşun. Üzün artık bu takımlar üzerinden rant sağlayan meşhur patronları ve futbolcuları,  yaşamımızdan epey süre alan TV kanallarını, bu işten para kazanan palavracı yorumcuları, koşmayın diyen doktorları, ilaç firmalarını, özel hastaneleri, çocukları şişmanlatan “junk food” üreticileri ve satıcılarını. Kendinizi düşünmüyorsanız bile çocuklarınızı kurtarın bu sarmaldan, derim... Ankara, 7 Ekim 2017

Not: İyi ki bu maçı seyretmemişim, sabah internetten öğrendim.; o da aradığımdan değil, öylece önüme çıktığından…

 

Niye Koşuyorsunuz?

Niye koşuyorsunuz? Yıllık atletizm lisansı çıkarmak için istenen rapor almak üzere kayıtlı olduğum Aile Hekimimize başvurduğumda rapor yazacak olan doktordan gelen ilk gelen soru idi.

Ülkemizde yarışlara katılabilmek için sonunda  “ilgili sporu yapmasında sakınca yoktur”  ibaresi olan A5 boyutlu bir kağıt istenmekte. Daha pratiği ve havalısı ise bu raporla birlikte İl Atletizm Bürosuna bu rapor, nüfus kağıdı fotokopisi (kimlik numarası ile tüm bilgilere erişilebildikten sonra nerede ise tamamı ile kalkan bu kağıdı neden isterler bir sır), iki fotoğraf ve bilgisayardan indirilen müracaat formu ile, tamamen formalite ve -mış gibi yapmak üzere alınan “Atletizm Lisansı”. Bu lisansı alınca atlet oluyor insan:) Ancak bunun için gerekli en çetin iş olan sağlık raporu alabilmek ise her babayiğidin harcı değil. İlgili yönetmelik olmasına rağmen Aile Hekimlikleri tamamen kendi görüşlerine bağlı olarak bu raporu veriyorlar. Örneğin Denizli’de bir mahalledeki bir aile sağlığı merkezine başvurduğunuzda EKG’nizi çekip, buna dayanarak raporu alabilirken, Ankara’da dışarıda çektirilen EKG raporunu dahi getirseniz rapor alamayabiliyorsunuz, keyfe keder yani. Zaten EKG’den anlayan da yok, maksat -mış gibi yapmak. Neyse tanıdık bularak ya da paranıza kıyarsanız özel bir hastaneden alınan bu raporla bir yıllık lisans sahibi olabiliyorsunuz. Yarışları organize edenler de bu raporu sadece ve sadece kendilerine bir şey olmasın diye belki de yasal gereklilik istiyorlar. Onlar da -mış gibi yaparak sizin raporunuzu onaylıyor. Burada tek -mış gibi yapmayan bizim gibi bu işe neden kalkıştığı belli olmayan saf koşucular. 50-60-80-100 Km. boyuna göre koş koşabildiğin kadar. Ultra-Maraton için yine laf olsun beri gelsin kabilinden istenen malzemeleri almak nadir noktalardan biri için Kadıköy’de bir dükkana gittiğimde adam: “Abi buraya zaten normal biri düşmez” demişti.

Aile doktorumuza neden koşmak gerektiğini izah etmeye çalışırken,kendisi tüm Türk doktorlarının klasik dilinde olan “koşmayın, yürüyün” cülerden olduğunu anladım. Yine klasik soru geldi: Sizin mesleğiniz ne ki? Allahtan bu soruya daha önceden çalışmıştım, hemen yapıştırdım: Ben Sağlık Meslek Yüksek Okulunda ders veriyordum, İstanbul’un bir yerinde, bir dönemlik akademik kariyerimi şişirerek. Çünkü böyle yanıt gelmezse, örneğin devlet memurluğundan emekli vb. hemen siz ne bileceksiniz, zaten ülkede herkes her konuyu biliyor cümlesini hak ediyorsunuz demektir.

Gerçekten, okuduğum tüm İngilizce bilimsel paper denen yazılar ve haberler belirli ön şartlar sağlandıktan sonra, kalp, diz kapağı, kilo vb., koşmanın hatta HIIT (High-Intensity-Interval-Training) denen nefesi bitene kadar kısa koşularla yapılacak egzersizlerin çok faydalı olacağı yönünde. Yürüyerek, hatta bizimkilerin yaptığı şekilde kımıl zararlısı sür’atinde ve kulakta telefonla salınmanın, sağlık ve çoğunluğun hedefindeki kilo vermeye pek katkısı yok, okuyup, anladığım kadarı ile. Burada da insanlarımız kimi kandırıyor bilmiyorum ama spor yaptığını birilerine göstermek istiyor gibi, ellerindeki bir-buçuk litrelik su şişeleri ile. Bu da çok komik, genelde 10-15K koşmadan su ihtiyacım olmuyor benim, 5 dak/Km’den daha süratli koştuğum halde. Halbuki gözlemlediğim spor yapıyor-muş gibi yapan bu insanlar 3-5 km ve 15 dak/Km. süratli bir olay için bu su şişelerini neden taşırlar, bir sıkıntısı olanlar hariç, diye düşünürdüm hep.

Bu olaydan sonra anladım ki doktoru neden koşuyorsunuz diyen ve koskoca “İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Spor A.Ş. tarafından organize edilen, dünya’da iki kıta arasında koşulan tek maraton olma özelliğine sahip ve IAFF’ın altın kategorisinde yer alan Vodafone  İstanbul Maratonu’na sadece 1.200 Türk ve 1.600 yabancı olmak üzere 3.000 kişinin katıldığı  bir ortamda insanların başka bir şansı olamazdı ki!  Ankara, 28 Eylül, 2017

Ada Turu

Sinop, uzun zamandır gezmeyi ve belki de ileride yaşamayı düşündüğüm bir şehir. Yıllar öncesi bir kere gitmişliğim vardı. İnternet üzerinden edindiğim bilgiler ve görsellere Sinop’lu öğrencilerimin önerileri eklenince sabırsızlıkla beklediğim bir olaydı. Hele doğuya doğru uzanan yarımadada yerleşim olmadığını ve koşulabilecek uzun mesafe yollar olduğunu “google maps” üzerinden görünce bir fırsat çıkmasını bekler durumda idim. Nihayet bu fırsat elime geçti: Karabük ziyaretim sırasında Amasra üzerinden yola çıkarak hem Sinop’u görecek hem sahilden Karadeniz kıyılarını geçecek hem de ıssız görünen yarımadayı koşacaktım ( Sonradan Sinopluların buraya ADA dediklerini öğrendim.)

Nihayet Sinop’a ulaşıp bir yere hem de “Ada Turu” yapılabilecek insansız ve betonsuz en yakın noktada bavulları açtıktan sonraki gün sabah yedide yola çıktım, kaldığımız yer Karakum’dan. Daha önceden de biraz istihbarat yapmaya çalışmıştım. Fakat hayret Sinoplular burayı bilmiyor gibi. Ya hiç gitmemişler ya da araba ile gezerken bira içmek ve çekirdek yemek için bir kaç noktada eyleşmişler, kalıntılardan anlaşıldığı kadarı ile. Kimi orası onsekiz-yirmi kilometre çok uzak, kimi çok yokuş gibi kulaktan dolma bilgiler verirken bıyık altından da gülmekte oldukları kolayca anlaşılıyordu, bu yaşlı amcanın oralara çıkma fikrine.

adaNe olur ne olmaz, köpek çıkar belki diye elime de bir sopa aldım. Zaten arazide koşan cross yapanlar için en büyük sorun başıboş hatta sahipli olup sırıtarak “birşey yapmaz, korkma” diyen köpeklerle gezenler olur genelde. Sabah erken kalkmış bir İstanbullu Sinoplu’dan yolu sordum garantiye almak için. Bana eli ile bulutla kaplı tepeyi göstererek dümdüz asfaltı takip etmemi söyledi. İlk üç kilometre 500 metrelik bir irtifaya tırmandırdı yol. Turun başlangıcında daha bir kaç yazlık villa hemen kayboldu. Sağımda deniz ve deniz nerede ise doksan derece inen yamaçlar solumda kah açıklık kah ağaçlık yoldan koşmaya devam ettim. 

Tepeye çıktığımda manzara müthiş idi. Deniz göz alabildiğine uzanıyordu. ada_2Yolda ne insan, ne araç ne de köpek vardı. beşinci kilometreden sonra bir kaç ahır göründü ve tabi doğaya salınan organik süt veren inekler. Bu şekilde on kilometre kadar koştuktan sonra Sinop Batısından tekrar şehir merkezine girdim, elimde sopa ile. Sopayı atmamıştım yarın tekrar koşarsam diye. Şehir merkezine girdiğimde saat sekize geliyordu. İnsanlar mesai için yavaş yavaş sokaklara çıkıyorlardı, fakat fazla bir kalabalık yoktu. Yolun üçe ayrıldığı bir noktada durarak bir teyzeye ( benden küçük  olsa da insanlara teyze, dayı deme alışkanlığı var.) Karakum’a  giden yolu sorduğumda en soldaki yolu gösterdi ve orası çok uzak diye ekledi, terden sırılsıklam olan T-shirt ve garip kıyafetime rağmen. Tabi cevap vermedim” Teyze on kilometreden fazla koştum zaten, bundan sonrası küsurat diye, sadece sağol” deyip devam ettim. Kaldığımız yere geldiğimde bir hayali daha gerçekleştirmiş olmaktan mutlu olmuştum. Sinop 12 Eylül, 2017.

Main PAGE

sinop_ada_turu

An Hour of Running May Add 7 Hours to Your Life

Yaz tatilinde sitemizin spor salonunda günlük koşumu yapıyorum, her sabah sekizde. Salonun açılış saati sekiz, yoksa altıda koşmak daha uygun hem Temmuz sıcağı hem de biyoritm açısından. Genelde tüm salon bana ait. Gerçi herhangi bir saatte koşan da fazla yok. Nadir gelenlerden biri ile koşu sonrası sohbete başladık. Ben koşarken o biraz yürümüş, sonra ağırlık çalışmıştı. Bana sitemizdeki bir spor hocasının ve ayrıca spor salonundan sorumlu spor okulu mezunu çalışanın “koşma, hem kilo veremezsin hem de sağlığına zararlı olur” dediklerini aktardı. Pek çok magazin haberlerinde de uzman geçinen kişilerin genelde fazla zorlamayın, koşmayın gibi temelsiz önerileri ile bilgiçlik tasladığını görmekteyiz, okumaktayız.  Dört yıllık koşu hayatımda bu konuda bilimsel ve magazinsel yazıları kaçırmadan okuyorum. Genelde bizim spor adamı ve tıp profesörü geçinen kimseler standart olarak 15-20 yıl öncesi yayınlanan ve ancak tercüme edilen yazılara dayanarak bu yorumları göğüslerini gere gere yaptıklarını görüyorum. Bu yorumları yapanlar İngilizce de bilmediklerinden ve etrafta fazla koyun olmadığından Abdurrahman Çelebi misali insanları yanıltmaya, kendileri koşmayan, spor yapmayan ve hatta koşan birini gördüklerinde arabaları üzerine süren bir kültür ortamında faydalı olmaktan daha çok zarar vermekteler. Bu konuda daha önce de benzeri yorumlar ve açıklamalar duymuş, okumuş, itiraz yorumlarımı yapmıştım.

Competitor dergisi 25 Temmuz 2017 tarihindeki “Why Fatigue Is a Necessary Part of Training and How To Manage It”  yazısında Jeff Gaudette  “tüm antrenman teorileri temelinin çalışma (workout)  ve toparlanma (recovery) süreci olduğunu belirtiyor. Ne kadar zorlu (harder) koşarsak o kadar kas fiberi (muscle fiber) hasar görüyor. Vücut daha sonra bu hasar gören kas fiberlerini yeniden inşa ediyor (rebuild). Ve eğer bu toparlanma süreci iyi yönetilirse bu fiberler eskisinden daha güçlü bir şekilde geri kazanılıyor. İşte bu döngü nedeniyle egzersiz yaptıkça daha hızlı ve güçlü olmaktayız” diyor.

New York Times 12 Nisan 2017 yayımlanan ve Gretchen Reynolds tarafından en son araştırmalara dayandırılan An Hour of Running May Add 7 Hours to Your Lifebaşlıklı yazıda koşmanın, hatta uzun uzun koşmanın çok faydalı olduğunu belirtmekte.  “Yeni araştırmada elde edilen  sonuca göre” diyor yazar ve ekliyor “Running may be the single most effective exercise to increase life expectancy, according to a new review and analysis of past research about exercise and premature death. The new study found that, compared to nonrunners, runners tended to live about three additional years, even if they run slowly or sporadically and smoke, drink or are overweight. No other form of exercise that researchers looked at showed comparable impacts on life span.” Yani koşmanın yaşam beklentisini artıran en etkin bir egzersiz olduğunu, koşucuların ya da koşanların, yavaş ve düzensiz bir şekilde koşsalar, sigara, içki alışkanlıkları  ve aşırı kilolu olsalar bile, hiç koşmayanlara göre üç yıl daha uzun yaşayabileceklerinin (kırk yıllık bir maratonda) bu analiz sonucunda bulunduğunu belirtiyor. Son satırda ise yaşam sürecine koşmadan başka hiç bir egzersizin bu kadar etkisinin olmadığını ekliyor. Sadece yazının başlığından bile normal süreli bir koşunun bile yaşam haftasını yediden sekiz güne çıkarttığını öğreniyoruz.

Diğer bir tartışma konusu da: Tamam koşalım, ancak  haftada iki saat-dört saat, fazlası zarar muhabbeti. Bu da yine bizim çok bilmiş fakat koşmayan otoritelerin küflenmiş ve eksik araştırmalara dayandırdıkları iddialar. Beyefendi koşmamak için bahane uyduracak ya, nerede işine gelen eski yazı var ortaya koyuyor. Koyuyor da yazıları bir çok yeni başlayanları ya da hali hazırda koşanları olumsuz yönde etkiliyor. Bu kişilerle tartışma ortamına girmek istemiyorum. Çünkü hemen sen doktor musun muhabbeti ve polemik başlıyor. Yazıda bununla ilgili paragraf ise  “The good news is that prolonged running does not seem to become counterproductive for longevity, he continues, according to the data he and his colleagues reviewed. Improvements in life expectancy generally plateaued at about four hours of running per week, Dr. Lee says. But they did not decline”. Yani diyor ki: uzun mesafe ve süre koşmanın yaşam üzerinde olumsuz bir etkisinin olmadığını fakat haftada dört saatin üzerine çıkan kısmında yazı başlığında belirtilen bir saate-yedi saat verimimin düzleştiğini fakat asla aşağı yönde olmadığını belirtiyor. Yani fazla koşarsan zarar olacak diye bir şey yok, fazladan vakit harcamış oluyorsun bir iddian yoksa. Ancak uzun koşular maraton, ultra koşanların egzersiz programında yer alması gereken egzersizlerden. Bu açıdan bu en son araştırma sonuçları uzun mesafe koşucuların hoşuna gidecek.

Çoğunun pek haberi olmasa da “Human Longevity – Yaşamı Uzatma” gelişmiş ülke zenginleri ve hastalık hastalarının son günlerdeki en gözde konusu. İnsan Genom projesinin meşhur bilim adamı Craig Venter (wikipedia hala kapalı olduğundan Craig Venter oradaki adresini yazmadım) tarafından kurulan HLI (Human Longevity Inc) bu konuda en meşhur ve ileri olanı. Biz henüz bu seviyelere erişemediğimizden ve de pek yakınlarda erişme olanağımız olmadığından benim ve etrafımdakilerin daha uzun, daha da uzun koşması yaşamı uzatmak değil, her seferinde hayretle ve ibretle faydadan çok zarar gördüğüm hastanelere ve yakınlarımıza muhtaç olmadan yaşam sürecimizi tamamlamak, yaşamdan zevk almak, koşu arkadaşları bulmak, yarışmalara katılmak açısından bu yazılarla ilgileniyorum.

Kısaca koş koşabildiğin kadar; koştuğun her kilometre yaşam yolunu yüz metre daha uzatmakta…Ankara, 25 Temmuz 2017

Not: Bu konuda 2 sene önce yazdığım Aşırı Egzersiz yazısının onayı gibi bu yeni araştırma

Bir önceki yazı için:   Çiçek yerine Kitap<–    ya da   –>Ana Sayfa

Hedef Ötesi…

iznik
İznik, Ayasofya Cami önü, Narlıca hareketten hemen önce…

22 Nisan 2017 günü güneşli bir havada başlanan fakat daha sonra sağanak yağış ikazı aldığımız bir ortamda İznik’ten Narlıca’ya minibüslerle hareket ettik. Narlıca’da son hazırlıkları tamamlayıp biraz ısındıktan sonra 50 Kilometrelik fakat 1700 metre irtifaya tırmanılacak bir rotada koşuya başladık, 200-300 kişi. İlk başta dar patikalardan sert çıkış ve inişlerden geçildi. İlk 9 Kilometrede bunun gibi dört tepe inildi çıkıldı. Bir tanesi o kadar eğimli idi ki, burada sabitlenen bir halata tutunarak aşağı inilebiliyordu. Müşgüle denilen ilk köy durağına gelindiğinde önümüzde daha 40K olduğunu düşünerek fazla enerji ve su kaybetmemeye dikkat ettik, yanımdaki koşu arkadaşım Oben Hoca (Pamukkale Üniversitesi) ile birlikte. Daha sonrasında fundalıklardan geçildi ve 15K ‘da Süleymaniye durağında yine yiyecek ve içecek ikmali yaptık, biraz da dinlendik fırsattan istifade.

Her ne kadar ultra-maraton olarak anılan bu olayda hedef sadece bitirmek olduğu söylense de, herkesin gizli-açık bir hedefi vardı. Ben de daha önceki koşucu ve yorumculardan aldığım bilgilerden yaklaşık yedibuçuk-sekiz saat hedef koymuştum, bitirebilme hedefinin üstüne. Burada kritik nokta ise sabah 10:30 ‘da başlayan yarışın 9-10 saate uzaması halinde karanlığa kalınacak olması idi. Ancak benim hesaplarıma göre 18:00 öncesi bitişe geleceğimi beni burada karşılayacak olan eşime söylemiştim. İlk durak Müşgüle’den  yola çıkıldığında henüz taze ve güçlü idim. Ancak burada başlayan ve Süleymaniye’ye kadar süren 6-7 kilometredeki sürekli yokuşlar ve çıkılan yükseklikle birlikte, zamanın ilerlemesi ile birleşen havanın soğuması gözümüzü korkuttu.

Süleymaniye’ye geldiğimizde burada sergilenen yiyecek ve özellikle sıvılara adeta saldırdım. Neyse burada da fazla oyalanmadan Oben Hoca ile tekrar yola revan olduktan sonra 17-18 Km. kah iniş kah çıkış, kah açıklık, kah fundalık, çamurlu, çimli, yapraklarla kaplanmış zeminlerden kendimize göre tutturduğumuz bir tempo ile kah koşarak kah yürüyerek geçtik. Bu geçişlerde manzara, temiz hava, sakinlik, duruluk bizleri büyüledi, adeta yorgunluğumuzu unutturdu. Daha önce okuduğum yorumlardaki yarışı bitirenlerin yarışın bu aşamalarında: “bir daha burada koşmam demeleri fakat yarış  biter bitmez gelecek senenin hesaplarını yapmaları” şeklindeki duyumları yineleyecek bir etki yapmadı bende, her anını zevkle geçtim diyebilirim. 08695bdc-450a-45da-ae28-393fa9358d5aGerçi aralarda Oben Hoca’ya “yine mi yokuş” şeklindeki şikayetlerim sadece laf olsun şeklinde idi. Derbent, son durak yerinde hem yorgunluğun verdiği rehavet hem de buranın son istasyon olması, bunun üzerine de 15 Km. daha koşulacak olması nedeniyle biraz fazla yiyecek ve içeceklere dalmış iken, yine arkadaşımın çağrısı ile yola koyulduk. Nasıl her çıkışın bir inişi olması gerektiği gibi,bundan sonrası iniş olması gerekirken, arada yine mevzi yokuşlara çatmamız biraz sızlanmalar neden oluyordu.

Nihayet artık tamamen iniş kısmına erişmiştik, 38.ci kilometrede. Bundan sonrası sadece geriye sayımdan ibaretti. Tutturduğumuz tempo ile son 10 Km. düz yolda İznik’e girmenin zevki başka olmuştu. Son 400 metrede Oben Hoca bana öndeki iki kişiyi işaret ederek, “Hocam sen var git öndekileri geç” dedi.

son metreler...Arka planda Hatice(eşim) ve deparla geçtiğim gençler...
son metreler…Arka planda Hatice(eşim) ve deparla geçtiğim gençler…

Bunun üzerine son gücümle depara kalkarak öndekileri geçip bitişe geldiğimde, bir bekleyiş içinde olan eşim rahatladı. Çünkü bu yarışa yazıldığımdan beri aldığı duyumlar, mesafe, tırmanış hepsi onu endişelendirmiş ve sürekli beni bu olaydan caydırmaya çalışmıştı.

Artık üç yıl önce belirlediğim hedeflerin ötesine geçmiştim. Yaklaşık 300 kişi arasında 84 ncü,  “M55+ yaş grubu” kategorisinde yani 55 yaş-üstündeki gençler arasında dördüncü olarak, 7:20 gibi bir derece ile, bitirmiştim. Bilimsel açıdan bakıldığında: 2016 Yılı verilerine göre Türkiye demografisinde 55 yaş üzeri nüfus 13 milyon olarak belirtilmekte; ülkenin en bilinen ultrası olan İznik maratonunda bu grupta koşan sadece on iki kişiden biri olarak milyonda bir persente girebilmek, ayrıca istatistiki olarak anlam katmakta olaya.

Üç yıl öncesine kadar bir maraton koşabilmek hayal iken, daha da öte kategoride yer alan bir ultra-maraton bitirmiş olmanın zevki, bu olay içerisinde yaşananlar, görülenler ile birleşince para ile elde edilemeyecek şekilde bu hedefi daha da değerli kılmış, “Meglio tardi che mai” felsefesi bir kere daha gerçekleşmişti…
İznik, 22 Nisan 2017.

Not: Şimdi işin yoksa yeni hedefler ara 🙂

iznik
yükseltilere dikkat, çıkış-iniş sıklık ve eğimler

ultra-hedefler

“Meglio tardi che mai” felsefesi kapsamında öğrenmeye devam ediyorum. 3-4 yıl önce kendi kendime belirlediğim hedefleri, hem de zor olduğunu düşündüğüm ve ülkemiz kapsamında yüzbinde bir, milyonda bir erişilebilirlik olanları, birer birer geçerken çıtayı yükseltiyorum, öğrendikçe.

Bugün bir yerde gördüğüm bir lafı: “Çalışabilmek yeteneklerin en önemlisi”, çok beğendim. İnsan çok zeki, bir ya da birkaç konuda çok yetenekli olabilir; ancak çalışmadıkça, bu yetenekleri parlatmadıkça, kullanmadıkça pek bir işe yaramadan gelir geçer deniyor. Ancak fazla yetenek olmasa da eğer sistemli ve sabırlı bir çalışma sergilenirse erişilemeyecek hedef yok gibi.

İki yıl önce, ultra-maraton koşan birisi ile ilk telefon konuşmamızda, o zaman gerçekleşecek bir yarı-maratona katılıp katılmayacağını sorduğumda: “O kadar mesafe için ayakkabı bile giymem” demişti ki, o zamanlar henüz maraton koşmamıştım.

Zamanla doktora, akademik çalışma, maraton hedefleri birer birer aşıldı; Gelişim Üniversitesinde istediğimi bulamasam da, hayalini kurduğum “Calculus” ve diğer dersleri bitirmek üzereyim, hoca olarak. Artık etrafımda “Hocam” sesleri yükseliyor.

Şimdi, bu felsefe kapsamında oluşturduğum resimde ve 61 yaşımda,  daha önce hayalini bile kurmadığım yeni ve daha yüksek bir hedef belirledim, hem kendi kendime hem de okulu ortak kılarak: İGÜ adına İznik Ultra-Maraton 50 Km. dağ koşusuna yazıldım, 22 Nisan 2017’de, ve bunu bir çok yere deklere ettim bile. Geçen yıl 55+ yaş grubunda 10 kişi katılmış ve bitirmiş koca ülkede.  Eğer başarabilirsem, yaklaşık yedi saat sürecek bu olayı da tamamlayarak altı-sigma grubuna girerek daha iddialı hedeflere bakabileceğim.

Bütün bunları ilk satırlarda yer verdiğim “çalışabilme yeteneğine” bağlamayı düşünüyorum. Çünkü bu hedeflerin hiç biri durduk yere aşılmadı; yerine sabırlı, uzun ve bazen acılı çalışmalar, antrenmanlar gerekti, etraftakilerin acıyan bakışları ya da “bu yaşta delirdin mi” nidaları arasında. Halbuki atıl kalsam ne olacaktı ki: üç-dört yıl önceye dönsem ve ne doktora için yüzden fazla akşam-gece derslere gitsem, bazı genç, tecrübesiz ve kendini beğenmiş hocaların kaprislerini çekmesem, iki yıl, hatta ABD’de torunları ziyaretim sırasında gece yarınlarına kadar çalışmamış olsam, yine orada iken altı ayda 2000 mil antrenman yapmasam, Bahçelievler koşu pistinde 90 tur atarak maratona hazırlanmamış olsam belki çok daha az yorulmuş olacaktım, ancak daha mutlu olabilecek miydim?

2016-17 Bahar döneminde başladığım akademik yaşamda, Ankara’dan İstanbul’a gelerek başladığım göçebe yaşamımda, sırtımda kitap ve bilgisayar yüklü çanta ile her gün metrobüs ile okula gidip-gelerek, genelde ilgisiz ve isteksiz günümüz gençlerine saatlerce ders anlatmasam, bunlar için geceleri ve hafta sonları çalışamamış olsa idim, daha mi dingin ve kafam rahat olacaktı? Kim bilir?

Tüm bunları fazla kafaya takmadan şu İznik Ultrayı bitirdiğimde belki daha uçuk hedefler, 80 Km gibi ya da doçentlik gibi hedefler koyabilir miyim bilemiyorum, ancak şimdiden daha uzun vadeli hedeflerimde, Salim Dündar gibi, 80’de yarı-maraton, belki de o kadar yaşarsam 90’da 10 Km. çoktan yer aldı bile.

Ultra-hedefler: Ultra çalışma, ultra-çaba, ultra sabır, ultra zaman gerektiriyor… İstanbul 9 Nisan 2017

81. nci Büyük Atatürk Koşusu

78-79-80 derken 27 Aralık 2016 günü, karlı ve soğuk bir havada 81.nci Büyük Atatürk koşusunu da tamamlama gururuna eriştim, koşu arkadaşlarım Sıtkı ve Aydın ile birlikte. Sıtkı sırf bu koşu için Eskişehir’den günü birlik geldi hızlı trenle; kendisi hızlı bir atlet ya hep hızlı tren kullanır. Aydın ise daha uzun süreli geldiği Ankara’da üstüne bir de mahsur kaldı kardan.

Koşunun hafta içi, Salı gününe isabet etmesi nedeniyle göğüs numaraları alma işi P.tesi gününe kalmıştı. Yine geçen yılkine benzer bir şekilde gerçekleşti olaylar. Klasik köy kahvesi gibi bir odada kara kalem listelerden adını bul, evrak göster, numaranı al. Halbuki en basit organizasyonlarda bile bir paket, çanta, torba sunulur, içinde T-shirtü, göğüs numarası, iğnesi, yarış çipi, tanıtıcı broşür vb.

Ertesi günü Keklikpınarı’na konduk hep beraber. Bu kez otobüsler yarış saatinden çok önce alanda idiler. Rekor sayıda katılımcı var diye haber çıktı; ancak yine de bu rekor sayısı bini bulmayan bir mertebede idi; bizim için rekor fakat benzer yurtdışı organizasyonları için küsurat. Neyse otobüste yanımızdaki bir Etiyopyalı ile muhabbet ettik, adı Sulti Gure Timbre. Erzurumlu yazıyor listede, hiç Erzurumlu görmesek… Kendisi iddialı olduğunu söyledi, düz parkurda 2:40 ile koşa bildiğinden bahsetti; tabi müthiş bir sürat. Sonradan yarışı genel klasmanda beşinci bitirdiğini listeden gördüm; hedefinin 28-29 dakika olduğunu söylemişti, gerçekten de 30 dakikada bitirmiş. Bu muhabbette Sıtkı epey takıldı adama, rakip olarak tanıttı kendini, korkutmak için. Sulti’nin hedef derecesini duyunca ben daha iyi bir derecede bitirebilirim sadece “1” farkla dedi: O da derecenin başına eklenecek “1” rakamı saat hanesine. Yarışa kadar olan bekleme süresini biraz bu şekilde geyikle geçirdikten sonra, klasik ısınma ve “Start Takında” resim çektirdik.

ata16_5

Yarış başladı, Aydın ile birlikte çıktık. Hedefim 45 dakika ile kendi PR dereceme erişmekti. Rahat koştum, ancak 46:07’de bitirebildim; PR eriştim ancak 45’ten birazcık sapma oldu. Bu dereceler de çok ilkel bir şekilde yazılıyor, bitiş hattında ki karmaşada. Federasyondan bir yetkili gelenleri kayıt sırasına sokmaya çalışıyor, eskilerin klasik emekli maaş kuyruğu gibi, orada masada oturan birisi de yazıyor. Halbuki dünyanın her yerinde çip ile tam olarak zaman tutulur, bizim federasyon bu teknolojiye erişememiş henüz. Zaten çıkışta da çip olmaması nedeni ile zaman kişisel olarak değil topluca başlatılıyor; önce çıkan karlı. Bu nedenle yarış başlamadan daha öne geçme kargaşa ve itiş kakış yaşanıyor. Ayrıca bitiş hattında yine geleneksel olarak sunulması gereken meyve suyu, muz, çikolata içeren yiyecek torbası bir yana içecek su bile yoktu.

Daha sonra heyecanla yarış derecelerine baktım; ata16_2bu yıl yaş grubu derecelendirmesi yapma zahmetine katlanmamışlar. Bu nedenle 2-3 gün sonra yayınlanabilen listeden çok sevdiğim “Excel” ortamında yaptığım analizde 60+ yaş grubunda katılan 50 kişi içinde en iyi dereceyle koştuğumu görmek ödül filan verilmemiş olmasına rağmen en azından teselli olmuş oldu.

Şahit olduğum ve üzüldüğüm bir konu da, yarış sonrası aynı T-shirt giyen bir grup gençle muhabbet sırasında hepsinin bir üniversitenin spor bölümü öğrencileri olduklarını öğrenmem ve bizim gibi 60 yaşındakilerden bile sonra yarışı bitirebilen gelecekte spor öğretmesi istenecek bu gençlerin çoğunun sigara içici olduklarını söylemeleri idi; nerede ise dörtte üçü sigara içtiklerini belirttiler 🙁

Koşu ile ilgili bir diğer anı da: Koşu sonunda Aydın ile birlikte bayrak taşıyanlara katılmak üzere aynı güzergahtan koşarak geri döndük. Özellikle 1-2 Km. geride, hala yarışta olan ve bizi gören gençler hayretle bitirdiniz mi, niye geri dönüyorsunuz diye laf attılar. Ben de bu mesafe bizi kesmedi, Keklikpınarı’na çıkıp bir daha ineceğiz diye cevap verdim; artık inandılar mı yoksa bunu bir hakaret olarak mı aldılar bilemiyorum. Anıtkabir Gençlik caddesi civarında Atatürk posterini taşıyan gruba erişip ucundan tutarak tekrar “finish” çizgisine geldik. Böylece ilk defa bir yarışta iki kez yarış bitirmiş olduk, Aydın ile birlikte. Belki de bir rekorlar kitabına filan girebiliriz: Bir sürü DNS, DNF (Did not Start, Finish: Yarışı bitiremeyenler) yanında iki kez yarış bitirenler olarak…  😆  

15781809_10154779206372591_1657307711171230322_n

28Aralık 2016 Ankara…

İstanbul’da yine ve yeni bir koşu hikayesi

Dalyan Caretta yarı-maraton sonrası durmadan İstanbul Maratonuna yönlendim. Bu kez 15K koşmaya karar vermiştim. İsabet de etmişim. Çünkü geçen yıl koştuğum maraton güzergahı ve nispeten güzel bir rotası olan yollar bu kez delik- deşikti, ertesi gün araba ile geçerken daha doğrusu bir saatten fazla sürede geçmeye çalışırken gördüğüm kadarı ile.

Bu sene ferdi olarak değil TEMA vakfı yararına koşmaya karar vermiştik arkadaşım Sümer Gürer’in önerisi ile. Bizim sınıfın ayakta kalan beş cengaveri, koşresimdeki sıra ile soldan itibaren:Ben-Aydın-Sümer-Cem-Sıtkı; çeşitli mesafelerde koşmak üzere bir araya geldik. Yarış günü sabah 07:00’da meşhur Büyük Klüp’ten hareket edecek vasıtaya binmek  için saat altı-buçukta Sıtkı ile otelin lobisinde buluştuğumuzda dışarıda fırtına, sağanak, yüksek dalgalar her türlü doğa olayları cereyan etmekte idi. Hatta o kadar etkili bir yağış vardı ki bizimle beraber gelip maratona katılacak bir arkadaş korkudan odasından çıkamamış ve telefonunu kapatmıştı. Onbeş dakikalık bir yürüyüş sonrası bizi olay mahalline götürecek araca buradan da köprünün herhangi bir noktasına ulaşarak malzemeleri bir telaş otobüslere bırakıp yarış çizgisi gerisinde bir yere konuşlandık, saat henüz sekiz, yarış dokuzda başlıyor. Bir saat yandakilerle muhabbet gelişti. Sağımdaki genç 70 yaşında imiş. Bir diğeri benle aynı, her gün otuz kilometre koşuyorum diyor. Önde br genç 22 yaşında, ilk defa koşacağını ve benim “pace” kaç olduğunu soruyor. Herkes heyecanlı. Neyse yarış başlıyor. Ancak her seneki kargaşa tekrar tekrar yaşanıyor. Normalde gelişmiş ülkelerin gelişmiş organizasyonlarında her kes kendi sür’atine göre önden arkaya bantlar halinde konuşlanır. Böylece koşu başladığında kimse kimsenin üzerine çıkmak zorunda kalmaz hatta aralar açılır. Bizde böyle olmadı. Hatta bir yıl önce köprü hem geliş hem gidiş koşuya açık olduğu halde bu yıl dönüş yoluna sokmadılar. Böyle olunca da iyice üst-üste bindik, koşuya gelen fakat yürüyen insanımız ile bizim olmazsa olmazımız 4-5 kişilik yan yana baraj kurmuş gruplarla. Bu hengameden Barbaros başında biraz kurtulabildik. Bundan sonrası klasik ve monoton bir süreç: Yine İstanbul’a turistik geziye gelmiş fakat sayıları her yıl azalan yabancıların teşvik ve alkışları, illa ki koşucuların arasından karşıya geçen vatandaşlarımız gibi. Her ne kadar hedefime erişememiş olsam da de 1:13 gibi bir süre de hiç yoktan iyidir dedirtti. Yaşlanıyor muyum neyim?  

Dördümüz yarış sonunda yine büyük bir kargaşa ve mücadele sonrası otobüslere teslim edilen çantaları kurtarmanın haklı gururu ile bir araya geldik. Sıtkı yine resim çektirme sevdasında geriden geldi. Aydın ise maratona katıldığından biz otelimize geri döndüğümüzde bile hâlâ koşmakta idi. Sonra hep beraber vapura sonra da otobüse binerek yarış başlarken ortaya çıkan ve halen devam eden güneşli havaya da teşekkür ederek otelimize döndük. Bu arada Galata köprüsünde Cem bize mısır aldı, Sümer de Büyük Kulüpte çay ısmarladı.

Olayın üzerinde nerede ise 72 saat geçti fakat organizasyon yarış sonuçlarını hala yayınlayamadı. Bu da çok ilginç: Çünkü üzerimize monteli çiplerle her hareketimiz bilgisayara anında kaydolunmakta. Yapılacak başka bir iş yok ki, sadece bu bilgileri siteye aktarmak. Bu yarış hariç nerede ise tüm yarışlarda olaydan bir-iki saat sonra sonuçlar açıklanır. Şimdi internetten bakıyorum sadece göğüs numarası ile kendi sonuçlarımızı görebiliyoruz fakat genel bir liste hala yok. Sanırım bu İstanbul’da katıldığım son olay olacak…İstanbul 15 Kasım 16

Not: 22 Kasım itibarı tekrar baktığımda sadece maraton için detaylı sonuçlar açıklanmış; fakat 15K genel listede yaş ya da yaş grupları ile ilgili bir sütun yok. Bu nasıl olabilir; kayıt formunda doğum tarihleri alınıyor. Çok ilginç! Zaten basit bir istatistiki tablo ile bu olayın gidişatının organizasyonu ile birlikte batmakta olduğu yorumu yapılabilir.

Yıl 2015   Yıl 2016
Koşanlar Kadın Erkek Toplam   Koşanlar Kadın Erkek Toplam
TÜRK 83 1.095 1.178   TÜRK 98 1.235 1.333
YABANCI 401 1.288 1.689   YABANCI 80 269 349
TOPLAM 484 2.383 2.867   TOPLAM 178 1.504 1.682

Toplam katılımda %40, yabancı katılımında %80 bir düşüş görülüyor. Ayrıca bu kadar katılandan maratonu bitirebilenler aşağıdaki tabloda.Bu korkunç bir rakam. İstanbul kıtalar arası maratonun ülkenin en önemli ve katılımı yüksek koşusu olduğu kabul edildiğinde Türkiye’de maraton koşan sadece bin küsur kişi olduğu söylenebilir. Benim açımdan iyi haber ise ben de bu bin kişi içindeyim, altmışından sonra başladığım faaliyette…

Koşanlar Kadın Erkek Toplam
TÜRK 68 1.016 1.084
YABANCI 65 226 291
TOPLAM 133 1.242 1.375

 

Caretta Koşusu

Bu yılın yarışlarla dolu ilk altı ayını ABD’de geçirdiğimden Boston Yarı-Maraton harici bir koşum olmamıştı. Dönüşte, sonbaharla birlikte yeniden başlayacak koşulara bakarken bu yıl ilki düzenlenecek olan Dalyan Caretta Yarı-Maraton’u ilgimi çekmişti. Ankara’dan 700 kilometre uzak olmasına rağmen hem ziyaret hem ticaret (hem gezi, hem koşu anlamında) Caretta yarışına kaydoldum. Hedefim Boston’da elde ettiğim 1:40 altına inebilmekti.

Dalyan çok güzel bir mahalle, gözden uzak. Yarış organizasyonu tarafından önerilen otelleri inceledikten sonra “Murat Paşa Konağı” butik otelinde karar kıldım ve ilgili (Murat Bey) arayarak rezervasyon yaptırdım. Sağ olsun bir ön ödeme dayatmadan OK dedi. Yarıştan dört gün önce yola çıktık eşimle. Afyon’da durakladık. Burada yine internet üzerinden aldığım tüyolarla Hidayet Abi’de kaymaklı ekmek kadayıfı, Aşçı Bacaksızın tek sunumu olan tandır yedik. Biraz da etrafı gezdikten sonra Dalyan’a doğru yola koyulduk. İnternet haritalarında önerilen iki-üç rotadan Denizli üzerinden olanını seçtim. Yol güzeldi; ancak Kale sonrası Köyceğiz’e kadar olan araba yolu çok virajlı, iniş-çıkışlı ve dardı. Bir daha ki sefere bu yolu tercihe etmemeye karar verdim. Yolda bir de tekerlek patladı ve bu sırada da yağmur başladı. Nasıl oldu ise düzgün bir yolda Afyon-Sandıklı arası arka tekerlek yarılmış.  Tam durduğum noktada yollarda ürün satan ahalinin bir kulübesindeki genç Sandıklıda kayıtlı bir lastik ustasını buldu. Tabi lastik yarıldığı için stepne ile Sandıklı sanayi sitesine gittik, yeni lastik almaya. Karşımıza yaşlı fakat ince bir amca çıktı. Tam maşallah amca bu yaşta (82 imiş) çalışıyorsun derken ardından bir de nine geldi. Meğer bunlar meşhurmuş civarda. Ninem tek başına traktör lastikleri bile değiştirebiliyormuş eskiden. Burada  da işimizi halledip tekrar yola revan olduk.

Dalyan çok sakin idi yılın bu döneminde. carettaBurada ev almış İngiliz ve Alman vatandaşlar o kadar çok boldu ki etrafta, bisikletlere binen, koşan ve yürüyen; sanki Avrupa’nın ufak bir kasabasında gibi hissediyorsun kendini. Bizden ve kaplumbağalardan pek fazla ortalarda olmadığından genelde İngilizce ve Almanca konuşmalar havada yankılanmakta.

Yarış rotası düz ve genelde manzaralı idi. İlk dönüş noktası İztuzu plajına gelmeden hemen bayırların başladığı noktada kurulmuştu. Dönüş sonrası tekrar başlangıç noktasını geçip diğer dönüş noktasına kadar olan kısım klasik, renksiz bir yol şeklinde idi. Bence olay ismine daha uygun ve çekici olması açısından bu 1-2 Km. yokuşlar güzergaha dahil edilse, dalyanCarettaların olduğu plaja kadar gidilse (kırmızı renkli rota) ve böylece ikinci dönüşe yer verilmese daha ilginç olabilirdi. Ancak ilk defa düzenleniyor ve 700’e yakın yarışmacı olmasına karşılık organizasyon açısından başarılı idi, bence.

Yarış günü, 29 Ekim, hava Ekim sonu olmasına ve koşunun 15:45’te başlamasına rağmen sıcaktı, 27 derece. Yarıştan önce yaptığım stratejik ve taktik çalışma sırasında, rota, yükselti ve en önemlisi rakiplere bakmıştım. Yarışlara, benim yaş grubumda  (yani 30-35 yaş grubu 🙂 ) iki eski İngiliz atlet ve Ege Maraton dan uzatmalı iki atlet katılıyordu. Bunların derecelerine göre benim ilk üç şansım yoktu daha baştan. ancak ben kendi PR’ım için koşacaktım. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Normal bir homo-sapiens vatandaşı olarak bahaneler uydurmak gerekirse: Hava sıcaklığı ve bir aydır sürmekte olan bel çevresindeki sakatlıktan dolayı çalışmalardaki aksaklıklar belirtilebilir. Sonuçta 1:46:17 gibi bir derece ile yaş grubunda beşinci genel sıralamada 200 kişi arasında 46 ncı gelmişim. Burada tek teselli bayanlar kategorisindeki birincinin benden sonra yarışı bitirmiş olması idi. Bu arada eşim de bizden önce yapılan halk koşusunda yer aldı ve  ailece olaya katılmış olduk.

Ertesi günü de Dalyan’da kalarak hem dinlenme hem de tatile devam kararı aldık. Bu kapsamda Kargıcı koyu diye bir yere gitmeye karar verdik. Çok tehlikeli, virajlı yerlerden geçerek koya gittik, ancak bir Allah’ın kulu yoktu ve koy gölgede kalmıştı. Buradan yarışın teması olan Caretta kaplumbağaların bölgesindeki İztuzu plajına tekrar bu tehlikeli yollardan geri döndük. Burada biraz rüzgar ve dalga olmasına rağmen denize girdim, nerede ise Kasım ayında.

Kaldığımız Muratpaşa Konağı temiz, düzgün bir oteldi. Özellikle Murat Bey-Dilek Hanım (Özünal), sahipleri, çok kibar ve ilgili, çalışkan insanlardı. Buranın en önemli özelliği binanın dört bir yanını saran begonviller ve etraftaki kedilerdi, sanırım. Otelde kalanlar da yarış için gelen düzgün kişilerdi.muratpasa

Kısacası, bir çok macera, heyecan, spor, eğlence gibi olaylar yaşanmış olmasına rağmen, yaklaşık arabada 1500 km., koşuda 21 km. boşa harcanmamış oldu. 

 

 

Kaplumbağa ile Homo Sapiens

Kaplumbağa ile tavşanın yarış masalı herkes tarafından bilinir. Bilimsel olarak belirlenen değerlere göre bir kara kaplumbağasının hızı iki saatte bir kilometre, tavşanın ise saatte 48 km,  iki saatte nerede ise yüz kilometre olarak verilmekte; Clipboard01yani nerede ise tavşan yüz kat daha hızlı. Bu arada edindiğim bir bilgiye göre dünyanın en hızlı karıncası gümüş renkli sahra karıncası saniyede 0,7 metre koşabiliyormuş; yani dakikada 40 metreden fazla, Yeni Atabilge koşuyolunda bir turu 30 dakikanın altında tamamlayabiliyor bu hesapla.

Diğer taraftan şu anda dünyanın en hızlı insanı Huseyin Bolt; Berlin Dünya Şampiyonasında saatte 44.64 km (60-80 metreler arasında çıktığı 1.61 saniye süreli hızı),  16 August 2009. 

Bu veriler ışığında benim dikkatimi çeken bir konu günlük koşularımda karşılaştığım ve genelde dar koşu pistinde sorun yaşadığım spor yaptığını zanneden bazı kişilerin hareketleri. Genelde bu tipleri kulaklarında kulaklık ya da bazen nerede ise tüm yol boyunca telefon konuşmaları ya da yanındaki ile sohbet ederken yaptıkları hız. Bir gün koşu hariç otururken zaman tuttum bu tiplerden biri için 20-25 dakikada bir tur; anlamı bir kilometreyi 20 dakikada geçiyor. Yani sahra karıncası ile çekişebilir ve  biraz daha oyalansa kaplumbağa ile başabaş bitirebilir parkuru.

Bu kişilere harcadığı zamandan azami verim alabilmesi, muhtemel hedefleri olan kilo verme hususunda etkinliği artırma konusunda biraz daha hızlı gitmelerini söylemek isterim; ancak bu yaştaki deneyime bağlı olarak özellikle bayan olan bu sporculardan (!) gelebilecek tepkileri tahmin edebildiğimden vazgeçiyorum. Bazen koşu sonrası gevşeme için kaldığım spor aletleri alanında soru gelirse, öncelikle bir sağlık sorunu olup olmadığını soruyorum ve daha sonra kontrollü olarak ve tedricen süratini artırmasını tavsiye ediyorum.

Merzifon

Çocuklar Merzifon’a yerleşince, biz de normal olarak torun sevdası ile yeni yerler keşfetmeye devam ettik. ABD’nin en güzel tabiatına sahip “New England ” Bölgesinden geri henüz göç etmiş olmamız nedeniyle “Doğu Hizmeti” sayılan bu bölge bizi ilk başta ürkütmüştü, doğru söylemek gerekirse. Ancak, standart olarak kişisel dedikodu ve söylemleri eksik ve subjektif olarak gördüğümden, INTERNETE soralım dedim, her zaman yaptığım gibi. Genelde çok az malzemeye rastlasam da buranın sakin hatta gençler tarafından fazla sakin bulunduğunu okudum. Tabiat ve çevre olarak 800 metre rakım ve etrafta Merzifon’u çevreleyen dağların varlığı hava açısından umut verici idi. Öyle ki bu Temmuzu sıcaklarında bile öğleden sonra esmeye başlayan rüzgarlar bizi rahatlatan tabiat olayı idi. Biraz daha derinlere, tarihe inince, Merzifon’un önemi ve kalitesi, her ne kadar yıllar içinde yitirilmeye devam ediyor olsa da, ortaya çıkmaya başladı. Bir kere Karadeniz’i iç kesimlere bağlayan yolların kesiştiği stratejik bir noktada kurulmuş Merzifon; geniş düzlükler ve bol su. Eskiden dört tarafını çevreleyen dağların orman ve güzel hayvanlarla dolu olmuş olması, zaman içinde klasik bir hikaye kapsamında buradaki ağaçların yine burada oturanlar tarafından yok edilmesi sonucu, doğal güzelliklerin ortadan kaybolmasına neden olmuş. Bu konu bana hep Nasrettin Hoca’nın bindiği dalı kesmesi hikayesini hatırlatır. Özellikle de ilk bakışta balta girmemiş orman görüntüsü sunan fakat yaklaştıkça içendeki evler ve canlıların görülmeye başladığı müthiş “Reading, Massachussets” doğal çevresinden dönüşte, bu durum içimi burktu.

Merzifon bahsedilebilecek konulardan biri de buradaki Merzifon Fen Lisesinin binası. Clipboard02Bu binada eskiden Merzifon Amerikan Koleji imiş ve Wikipedia’dan öğrendiğim kadarı ile İngilizcesi The Anatolia College in Merzifon ya da American College of Mersovan, 1886 ile 1924 yılları arasında ABD misyonerleri tarafından yönetilmiş Merzifon’da kurulu karma bir lise faaliyet göstermekte imiş. İstanbul’daki Robert Kolej ve Tarsus’taki kolej kapsamında üçüncü bir Amerikan kolejinin buralarda kurulmuş olması her ne kadar siyasi ve stratejik bazı nedenlere dayansa da bölgenin kalitesini ortaya koyma açısından önemli diye düşünüyorum. Kolejin hemen karşısındaki saat kulesi ve binası maalesef yıkılıyor. Tarihi bu kadar harap etmek ve terke etmek bizim kültüre has bir olgu gibi. Tabi bu yazıda Merzifon’u tanıtmak amacı olmadığından buradaki geniş tarihi eserlere fazla girmiyorum. 

Merzifon’un Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir modern görünüme sahip olduğunu gördüm. İnsanlar ve özellikle bayanlar rahatça istedikleri şekilde giyinip caddelerde gezinebilmekte, çay bahçelerinde oturabilmekte, araba kullanabilmekte hatta dükkan işletebilmekte, kimse de dönüp bakmamakta. Bu açıdan İstanbul ve Ankara’nın pek çok bölgesine göre modern bir yaşam biçimi var. Normal olarak yaklaşık 50 bin nüfuslu bir şehrinde fazla çarşı mağaza varlığı beklenmemesine karşın burada yeterince güzel, düzgün alışveriş olanağı, tarihi alanlarda restoran ve kafeler, geniş caddeler, haftanın her günü ve akşamları geç saatlere kadar açık. Her istediğin kolayca bulunabiliyor. Ayrıca çevredeki köylerden gelen doğal köy ürünleri de kolayca bulunabilmekte. Bu kapsamda misafir olduğumuz evin hemen yakınındaki bir çiftliğe giderek aldığımız henüz sağılmış keçi sütü ve isteğimiz üzerine tavukların alından yeni alınan ve sıcaklığı üzerinde yumurtaların lezzeti Ankara’da erişemeyeceğimiz bir olay oldu. Diğer bir dikkatimi çeken konu da hiç başıboş köpeğe rastlamamış olmamdı. Koşarken özellikle geniş bahçeli evlerden köpek havlamaları geldi, ancak hepsi sahipli ve bağlı idi. Ankara’da özellikle Yaşamkent’de her boş arsada hatta alışveriş merkezleri, banka kapıları önünde serbestçe dolaşan köpekler aklıma geldi.

Yaşam maliyeti normal olarak Ankara, İstanbul’a göre çok düşük: Ev kiraları nerede ise üçte biri, düzgün yeni bir binada, yiyecek ve pazar fiyatları ucuz, ulaşım, zaten her yere yürüyerek ve bisikletle gidilebilir, nerede ise sıfır maliyet. Kontörlü su aldık elli lira karşılığında 20 metreküp su yüklediler. Ben bugün Ankara’dan 50 liralık su kontör yükledim, 4,14 metreküp yüklendi  diye fiş verdi makine.

Samsun’a, Amasya’ya, Çorum’a yakın ve bunların merkezinde bir coğrafik konumda olması bir avantaj. Bunlardan Amasya 40 kilometre ve gerçekten gezilmesi, görülmesi gereken bir yer, tarihi eserleri, ırmağı ve ırmağın etrafındaki tarihi evler, Safranbolu evler gibi. Bu konuyu başka bir yazıda yazmayı düşünüyorum. Ayrıca Samsun’a erişimle denize de erişim sağlanmış oluyor. Leblebi ihtiyacı için ise Çorum hemen yanı başında.

Burada tespit ettiğim üzücü bir olay ise tek ve iki katlı bahçeli evlerin büyük şehirlerde olduğu gibi birer birer yıkılarak ve bahçelerindeki tüm ağaçların kesilerek, ağaç kesmeye bu kadar meraklı bir kültür herhalde yoktur dünyada bizden başka, yerlerine bir karış bile topraklı alan ayrılmamış apartmanların dikiliyor olması, yine rant kapsamında. Halbuki kalan evlerden anladığım ve gördüğüm kadarı ile, bu bahçeli evlerin nerede ise hepsi bakımlı ve restore edilmiş, bahçeler düzenli, meyve ağaçları dolu. Ankara, İstanbul ya da başka şehirlerdeki tuğlalı, sıvasız, penceresiz çıkılmış kaçak katlı ve inşaat demirleri uzayan evlerinden farklı olarak hepsi sıvalı, boyalı, düzgün, modern villa tipi evler. Çok yakında bu evlerin de ortadan kaldırılması, katledilmesi sonrası birbirine bitişik, bahçesiz, ağaçsız, topraksız evlerde stresli bir Merzifon ortamı devreye girmiş olacak.

Tabi Merzifon’da bulunmanın tadını çıkarmak için etrafı tanımada en Merzifon_Tavsan_Dagetken yöntem olarak gördüğüm koşularıma burada da deva ettim. Özellikle Tavşan Dağına koşarak çıkabilmenin ve buradan Merzifonu seyretmenin tadını anlatamam. Ortam resminden de anlaşılabileceği gibi 5-6 kilometre nerede ise 45 derecelik bir açıda koşarak 1300 metre irtifaya kadar tırmanmam iyi bir “hill” egzersizi oldu. Bunun dışında caddeler koşmaya pek müsait değil ve bu kadar düz bir arazide bisikletli ve koşan nerede ise benden başka kimse olmaması nedeniyle fazla dikkat çekmemek için koşularımı buradaki lojmanlar bölgesindeki, bir zamanlar yapılmış fakat koşan, yürüyen olmadığından otlar bürümüş koşu yolunda yaptım.

Bu kısa kalış sırasında tespitlerim bu kadar. Tekrar gidişimde daha derinlere, uzaklara koşarak daha fazla bilgi ekleyebileceğimi düşünüyorum.

 

ABD: Sistem İşliyor

A federal safety agency that investigates airplane failures, commercial truck mishaps and train derailments is taking a look at a Michigan road crash that killed five bicyclists to determine if lessons can be learned to prevent a similar tragedy.

bicycles

7 Haziran 2016 günü ABD Michigan Eyaleti Kalamazoo şehrinde yol kenarında bisikletler için ayrılmış şeritten gitmekte olan bir grup bisikletliye 50 yaşındaki bir Amerikalının kullandığı kamyonet çarpmış ve beş kişinin ölümüne bir çoğunun da ağır yaralanmasına neden olmuştu. Dünyada ve özellikle Amerika’da bisiklet olsun, koşu olsun, triatlon, jogging bu tip “outdoor” spor olaylarına katılım son yirmi-otuz yıldır hızlı bir şekilde artmakta. Bunda iletişimin gelişmesi ve insanların sosyal medya üzerinden birbirlerini etkilemeleri kadar artan refahla birlikte gelen obezite korkusunun da etkisi büyük. Türkiye’de de bir çok bisikletçi ve koşucu çok daha elverişsiz ve uygunsuz yollarda spor yapmaya çalışmakta ve sadece benim çevremde bile pek çok bu tip kazaya uğrayan var. Kaza olmasa bile sataşma ve her an bir sürücü ile gırtlak gırtlağa gelme durumlarından sabır çekerek kaçınabiliyoruz, ben ve sporcu arkadaşlarım.

Her ne olursa olsun bisiklet kategorisinde en korkunç bir olay olarak tarihe geçen bu kazanın nedenleri olarak sürücünün alkollü olma olasılığı ortada; sürücü yakalandı ve sorguda; epey bir ceza alacağından şüphe yok. Ayrıca burada yine bizde olduğu gibi takdir-i ilahi deyip bir-iki yılda salıverilme durumu da söz konusu değil.

Bu yazıda belirtmeye çalıştığım bizdeki gibi her kazanın ardından yazılan çizilen: “Sürücü direksiyon hakimiyetini kaybetti” ya da “Kaygan yol beş can aldı” gibi muğlak ifadelerle olayı geçiştirmek ve bir sonraki muhtemel kazayı önleyici tedbirleri düşünmemek şeklindeki yaklaşımdan ne kadar farklı hareket edildiği; ilk paragrafta olayla ilgili haberlerden bire bir alıntı yaptığım uçak kazaları, kamyon devrilmeleri ve trenlerin raydan çıkmalarını incelemekle görevli bir Devlet Güvenlik Biriminin bu kazayı mercek altına almış olması ve benzer trajedileri önlemek için bu olaydan çıkarılacak dersleri belirleme çalışmalarına başlamış olması ile ilgili haber.

Tabi burada olayın daha önceden önlenmesi, ne kadar gelişmiş olursa olsun bir ülkede her seviyeden insanların ve özellikle alkol, uyuşturucu etkisinde ne kadar tehlikeli olabileceklerini öngörerek gerekli tedbirlerin kaza öncesinden alınmış ve bu tip bir olayın yaşanmamış olması, şimdilik dünyanın en gelişmiş ülkesi* sayılan ABD için, çok daha beklenen bir durum olarak değerlendirilebilirdi. Ancak ABD yaşam tarzı ve kurulan demokratik sisteme göre** kişinin o işi yapabileceği yönde emareleriniz olsa da delil olmadan bir işlem yapamıyorsunuz. Diğer taraftan bu ve bunun gibi binlerce olayın da birer birer öngörülüp önlem alınması da zor. Gördüğüm kadarı ile burada (ABD) bir sistem kurulmuş ve herkesin bu sisteme uyacağı varsayımına göre insanlar yaşamlarını sürdürüyor. Örneğin yaya geçitlerinde, yol ayırımlarında tüm araçlar gece-gündüz, diğer tarafta araç olsun olmasın “STOP” işaretine uyarak durması ve ondan sonra tekrar hareket etmesi beklenmekte. Bu düzen üzerine yaya geçidinden geçen yayalar uzaktan arabayı görse bile onun duracağını düşünerek yada düşünmeden otomatik olarak yola çıkar.  Bir aracın durmaması için bir önlem yok, sadece sistem ve muhakkak bir ceza verileceği korkusu, ayrıca insanlara saygı rol oynuyor. Sistem ilk önce kurulmuş, sonra yaşanan olaylardan ders alınarak muhakkak eklemeler ve değişikliklerle en iyiye doğru yönlendirilmeye çalışılıyor; en azından bunu yapacak yine bir sistem, kurumlar ve bilinç mevcut, diye düşünüyorum.

Bundan sonra mecburen araba yollarına yakın seyreden bisikletçiler ve uzun mesafe için egzersiz güzergahını buraya yönlendiren koşucular buraları kullanmaktan kaçınır mı? Hiç sanmıyorum… Reading, 16 Haziran 2016. 

* Burada ABD için belirtilen en gelişmiş sıfatı tartışmaya açıktır; hangi açıdan en gelişmişi vb. ** Anayasanın birinci ek maddesinde yer alan yer alan hak ve özgürlükler kapsamında.

 

 

 

 

 

 

ABD: Top Oynuyoruz, Kavga Çıkmıyor

Bundan on yıl kadar önce Çankaya’da tesadüfen seyrettiğim bir halı saha maçında yabancıları görmüştüm. Sorduğumda, “expatriate, kısaca expat diyorlar” olduklarını, Ankara’da elçilik ya da iş maksatlı ikamet edenlerin oluşturdukları bir faaliyet grubu olduklarını ve her hafta düzenli halı saha maçı yaptıklarını anlatmışlardı (Daha sonra bu sefer internet üzerinden başka bir “expat” grubuna eriştim, bunlarda Eymir Koşu Grubu olarak her hafta Eymir etrafında turluyorlardı, aralarında bazı Türkler de vardı.)

Futbol Expatları Holandalı, İngiliz, Polonyalı, Mısırlı, İtalyan, ayrıca elçiliklerde ve yabancılarla işi olan firma, devlet kuruluşlarından bazı Türkleri sürekli değişen bir yapıda idi, görev gereği gidenler ve bunların yerine yeni gelenler nedeniyle. Bu grupla yaklaşık iki yıl top oynadık. Bazı ufak tefek sürtüşmelerin yanında her kes bunun bir oyun olduğunun farkında olarak ne karşı takım ne de kendi takım oyuncularına kötü söz ya da davranış göstermemişlerdi. Örneğin bizde kendi takım oyuncusu bile bir hata yapsa ya da pas vermese hemen lafı yer. Karşı takım oyuncuları ise zaten düşman olarak addedilir. Bunlar tabi hem gurbette olduklarından hem de benzer çevrelerde görev yaptıklarından arkadaş olmuşlardı. Maçlardan sonra da yakın bir yerde bira içmeye giderlerdi birlikte.

Aynı sahaya ısınmak için normalde başlangıç saatinden önce gider, bizden önce oynanan maçlara bakardım. Bu maçlarda gördüğüm genelde zevkten çok kazanma, iyi top oynadığını gösterme ve birbirine üstünlüğünü kabul ettirme spordan önce gelen konulardı. Bir gün yine erken gelen expatlarla yarı gözle oynanmakta olan maçı izlerken öyle bir kavga çıktı ki; kavga saha dışına sıçradı. Sotunma odaları ve kafeterya bölümündeki sandalyeler kafalarda kırıldı, yabancılar her ne kadar bizim kültüre alışkın olsa bile hepimiz neye uğradığımızı şaşırmıştık.

Burada da Boston Yarı-Maraton bitince kendime meşgale için top oynayacak bir grup buldum, internetten. Zaten o kadar çok ve güzel futbol sahaları var ki, insan neden buralar boş kimse oynamıyor diye düşünmeden edemiyor. Aynen fakir bir çocuğun pastane vitrinindeki çeşit çeşit pastaları neden bu pastane sahibi yemiyor ki diye düşünmesi gibi. Belirtilen saatten önce sahada oldum ısınmak için, sabahın yedisi, pazar günü. İnsanlar gelmeye başladı, hemen ekipler kuruldu. Öyle iddialı bir gruplaşma yerine gelenlerin T-shirtlerine göre açık renk olanlar bir tarafa diğerler karşı takımda maça başladık. Bu arada yeni gelen olursa otomatik bir takıma giriyordu. Genelde Amerikalılar futbolu pek beceremez; hatta gariptir burada kızlar erkeklerden daha çok futbol ile ilgililer. Tabi top oynamaya gelen yabancılar genelde Avrupa ve İspanyol kökenli olduğundan Amerikalıların hareketleri acemice geliyor. Ancak oyunculardan biri çok kötü bir vuruş yapsa ya da beceriksizce bir hareket yapsa hemen “Nice try” vb seslenişlerle cesaret veriyorlar. Kesinlikle bir bağırış-çağırış yaşanmadı, bugüne kadar oynadığım maçlarda. Maçtan sonra da yine medeni bir şekilde herkes birbiri ile selamlaşıp gelecek hafta için sözleşiyorlardı. 

Tabi bu olaylarda kültürün etkisi olduğu kadar çevrenin, psikolojik ve ekonomik durumun da etkisi olduğunu düşünüyorum. Bizde genelde sahalar hem paralı hem uygunsuz hem sıkışık bir durumda. Maça gelenler günün sıkıntılarını burada çıkarmak için gerekirse göğüs göğüse savaşa bilenmiş halde maça geliyorlar. Bir de tabi yenilen taraf masrafları çekiyor. Burada sahalar zaten sebil ve çok güzel bir ortam. Yemyeşil çim ya da o kadar güzel suni çim ki bizdeki gibi betonda yürüdüğünü hemen hissettiğin halı sahalardan değil. Ayrıca ücreti filan yok, zaten saha çok oynayan yok gibi. Sahaların çevresi ağaçlık ve gökyüzünün maviliğini tam olarak yaşıyorsun. Gelenler de orta yaşlı ve işi gücü olan kimseler. Zaten Boston’da işsizlik oranı yüzde sıfır. Bir de insana saygının en üst noktada yaşandığı bir ortam; Allah korusun bizdeki gibi adamın kafasında sandalye kırmış olsan hayatın kararır, zaten etrafta sandalye ya da başka yabacı madde de yok 😆 

Spor, spor olarak görmek de çok önemli. Spor olarak sadece futbol seyretmenin yaşandığı ülkemizde, taraftar olayı  o kadar içselleştirmekte ki, karşı takım, karşı takımın seyircisi, hakem, herkesi en büyük düşmanı olarak alıyor karşısına. Bazı maddi menfaatlerin döndüğü bu ortamlarda bundan yararlanmak isteyenler de bazı manipülasyonlarla olayları kışkırtınca olay tamamen bir meydan muharebesi psikolojisine dönüşüyor. Bu psikoloji kendi basit ve zevk oyunlarına da yansıyınca karımıza malum tablolar çıkıyor, diye düşünüyorum.

Yine klasik bir bitirişle: İnşallah bizde de bol bol sahalar yapılır, insanlar eğlence ve egzersiz için buralara gelir, kardeşçe maçlarını yapar, karşılıklı saygı ve sevgi ortamında sporun güzelliklerini yaşarlar, diyelim…Reading, 05 Haziran 2016