Hedef Ötesi…

iznik
İznik, Ayasofya Cami önü, Narlıca hareketten hemen önce…

22 Nisan 2017 günü güneşli bir havada başlanan fakat daha sonra sağanak yağış ikazı aldığımız bir ortamda İznik’ten Narlıca’ya minibüslerle hareket ettik. Narlıca’da son hazırlıkları tamamlayıp biraz ısındıktan sonra 50 Kilometrelik fakat 1700 metre irtifaya tırmanılacak bir rotada koşuya başladık, 200-300 kişi. İlk başta dar patikalardan sert çıkış ve inişlerden geçildi. İlk 9 Kilometrede bunun gibi dört tepe inildi çıkıldı. Bir tanesi o kadar eğimli idi ki, burada sabitlenen bir halata tutunarak aşağı inilebiliyordu. Müşgüle denilen ilk köy durağına gelindiğinde önümüzde daha 40K olduğunu düşünerek fazla enerji ve su kaybetmemeye dikkat ettik, yanımdaki koşu arkadaşım Oben Hoca (Pamukkale Üniversitesi) ile birlikte. Daha sonrasında fundalıklardan geçildi ve 15K ‘da Süleymaniye durağında yine yiyecek ve içecek ikmali yaptık, biraz da dinlendik fırsattan istifade.

Her ne kadar ultra-maraton olarak anılan bu olayda hedef sadece bitirmek olduğu söylense de, herkesin gizli-açık bir hedefi vardı. Ben de daha önceki koşucu ve yorumculardan aldığım bilgilerden yaklaşık yedibuçuk-sekiz saat hedef koymuştum, bitirebilme hedefinin üstüne. Burada kritik nokta ise sabah 10:30 ‘da başlayan yarışın 9-10 saate uzaması halinde karanlığa kalınacak olması idi. Ancak benim hesaplarıma göre 18:00 öncesi bitişe geleceğimi beni burada karşılayacak olan eşime söylemiştim. İlk durak Müşgüle’den  yola çıkıldığında henüz taze ve güçlü idim. Ancak burada başlayan ve Süleymaniye’ye kadar süren 6-7 kilometredeki sürekli yokuşlar ve çıkılan yükseklikle birlikte, zamanın ilerlemesi ile birleşen havanın soğuması gözümüzü korkuttu.

Süleymaniye’ye geldiğimizde burada sergilenen yiyecek ve özellikle sıvılara adeta saldırdım. Neyse burada da fazla oyalanmadan Oben Hoca ile tekrar yola revan olduktan sonra 17-18 Km. kah iniş kah çıkış, kah açıklık, kah fundalık, çamurlu, çimli, yapraklarla kaplanmış zeminlerden kendimize göre tutturduğumuz bir tempo ile kah koşarak kah yürüyerek geçtik. Bu geçişlerde manzara, temiz hava, sakinlik, duruluk bizleri büyüledi, adeta yorgunluğumuzu unutturdu. Daha önce okuduğum yorumlardaki yarışı bitirenlerin yarışın bu aşamalarında: “bir daha burada koşmam demeleri fakat yarış  biter bitmez gelecek senenin hesaplarını yapmaları” şeklindeki duyumları yineleyecek bir etki yapmadı bende, her anını zevkle geçtim diyebilirim. 08695bdc-450a-45da-ae28-393fa9358d5aGerçi aralarda Oben Hoca’ya “yine mi yokuş” şeklindeki şikayetlerim sadece laf olsun şeklinde idi. Derbent, son durak yerinde hem yorgunluğun verdiği rehavet hem de buranın son istasyon olması, bunun üzerine de 15 Km. daha koşulacak olması nedeniyle biraz fazla yiyecek ve içeceklere dalmış iken, yine arkadaşımın çağrısı ile yola koyulduk. Nasıl her çıkışın bir inişi olması gerektiği gibi,bundan sonrası iniş olması gerekirken, arada yine mevzi yokuşlara çatmamız biraz sızlanmalar neden oluyordu.

Nihayet artık tamamen iniş kısmına erişmiştik, 38.ci kilometrede. Bundan sonrası sadece geriye sayımdan ibaretti. Tutturduğumuz tempo ile son 10 Km. düz yolda İznik’e girmenin zevki başka olmuştu. Son 400 metrede Oben Hoca bana öndeki iki kişiyi işaret ederek, “Hocam sen var git öndekileri geç” dedi.

son metreler...Arka planda Hatice(eşim) ve deparla geçtiğim gençler...
son metreler…Arka planda Hatice(eşim) ve deparla geçtiğim gençler…

Bunun üzerine son gücümle depara kalkarak öndekileri geçip bitişe geldiğimde, bir bekleyiş içinde olan eşim rahatladı. Çünkü bu yarışa yazıldığımdan beri aldığı duyumlar, mesafe, tırmanış hepsi onu endişelendirmiş ve sürekli beni bu olaydan caydırmaya çalışmıştı.

Artık üç yıl önce belirlediğim hedeflerin ötesine geçmiştim. Yaklaşık 300 kişi arasında 84 ncü,  “M55+ yaş grubu” kategorisinde yani 55 yaş-üstündeki gençler arasında dördüncü olarak, 7:20 gibi bir derece ile, bitirmiştim. Bilimsel açıdan bakıldığında: 2016 Yılı verilerine göre Türkiye demografisinde 55 yaş üzeri nüfus 13 milyon olarak belirtilmekte; ülkenin en bilinen ultrası olan İznik maratonunda bu grupta koşan sadece on iki kişiden biri olarak milyonda bir persente girebilmek, ayrıca istatistiki olarak anlam katmakta olaya.

Üç yıl öncesine kadar bir maraton koşabilmek hayal iken, daha da öte kategoride yer alan bir ultra-maraton bitirmiş olmanın zevki, bu olay içerisinde yaşananlar, görülenler ile birleşince para ile elde edilemeyecek şekilde bu hedefi daha da değerli kılmış, “Meglio tardi che mai” felsefesi bir kere daha gerçekleşmişti…
İznik, 22 Nisan 2017.

Not: Şimdi işin yoksa yeni hedefler ara 🙂

iznik
yükseltilere dikkat, çıkış-iniş sıklık ve eğimler

ultra-hedefler

“Meglio tardi che mai” felsefesi kapsamında öğrenmeye devam ediyorum. 3-4 yıl önce kendi kendime belirlediğim hedefleri, hem de zor olduğunu düşündüğüm ve ülkemiz kapsamında yüzbinde bir, milyonda bir erişilebilirlik olanları, birer birer geçerken çıtayı yükseltiyorum, öğrendikçe.

Bugün bir yerde gördüğüm bir lafı: “Çalışabilmek yeteneklerin en önemlisi”, çok beğendim. İnsan çok zeki, bir ya da birkaç konuda çok yetenekli olabilir; ancak çalışmadıkça, bu yetenekleri parlatmadıkça, kullanmadıkça pek bir işe yaramadan gelir geçer deniyor. Ancak fazla yetenek olmasa da eğer sistemli ve sabırlı bir çalışma sergilenirse erişilemeyecek hedef yok gibi.

İki yıl önce, ultra-maraton koşan birisi ile ilk telefon konuşmamızda, o zaman gerçekleşecek bir yarı-maratona katılıp katılmayacağını sorduğumda: “O kadar mesafe için ayakkabı bile giymem” demişti ki, o zamanlar henüz maraton koşmamıştım.

Zamanla doktora, akademik çalışma, maraton hedefleri birer birer aşıldı; Gelişim Üniversitesinde istediğimi bulamasam da, hayalini kurduğum “Calculus” ve diğer dersleri bitirmek üzereyim, hoca olarak. Artık etrafımda “Hocam” sesleri yükseliyor.

Şimdi, bu felsefe kapsamında oluşturduğum resimde ve 61 yaşımda,  daha önce hayalini bile kurmadığım yeni ve daha yüksek bir hedef belirledim, hem kendi kendime hem de okulu ortak kılarak: İGÜ adına İznik Ultra-Maraton 50 Km. dağ koşusuna yazıldım, 22 Nisan 2017’de, ve bunu bir çok yere deklere ettim bile. Geçen yıl 55+ yaş grubunda 10 kişi katılmış ve bitirmiş koca ülkede.  Eğer başarabilirsem, yaklaşık yedi saat sürecek bu olayı da tamamlayarak altı-sigma grubuna girerek daha iddialı hedeflere bakabileceğim.

Bütün bunları ilk satırlarda yer verdiğim “çalışabilme yeteneğine” bağlamayı düşünüyorum. Çünkü bu hedeflerin hiç biri durduk yere aşılmadı; yerine sabırlı, uzun ve bazen acılı çalışmalar, antrenmanlar gerekti, etraftakilerin acıyan bakışları ya da “bu yaşta delirdin mi” nidaları arasında. Halbuki atıl kalsam ne olacaktı ki: üç-dört yıl önceye dönsem ve ne doktora için yüzden fazla akşam-gece derslere gitsem, bazı genç, tecrübesiz ve kendini beğenmiş hocaların kaprislerini çekmesem, iki yıl, hatta ABD’de torunları ziyaretim sırasında gece yarınlarına kadar çalışmamış olsam, yine orada iken altı ayda 2000 mil antrenman yapmasam, Bahçelievler koşu pistinde 90 tur atarak maratona hazırlanmamış olsam belki çok daha az yorulmuş olacaktım, ancak daha mutlu olabilecek miydim?

2016-17 Bahar döneminde başladığım akademik yaşamda, Ankara’dan İstanbul’a gelerek başladığım göçebe yaşamımda, sırtımda kitap ve bilgisayar yüklü çanta ile her gün metrobüs ile okula gidip-gelerek, genelde ilgisiz ve isteksiz günümüz gençlerine saatlerce ders anlatmasam, bunlar için geceleri ve hafta sonları çalışamamış olsa idim, daha mi dingin ve kafam rahat olacaktı? Kim bilir?

Tüm bunları fazla kafaya takmadan şu İznik Ultrayı bitirdiğimde belki daha uçuk hedefler, 80 Km gibi ya da doçentlik gibi hedefler koyabilir miyim bilemiyorum, ancak şimdiden daha uzun vadeli hedeflerimde, Salim Dündar gibi, 80’de yarı-maraton, belki de o kadar yaşarsam 90’da 10 Km. çoktan yer aldı bile.

Ultra-hedefler: Ultra çalışma, ultra-çaba, ultra sabır, ultra zaman gerektiriyor… İstanbul 9 Nisan 2017

Yine Yeni Bir Sağlık Hikayesi

Sağlıkla ilgili başımdan geçenlerin yer aldığı pek çok yazı bu sitede yer almaktadır. Eeee…neden hala buralara gidiyorsun denebilir! Kontrol maksatlı hastane başvurularımdan her seferinde ağzım yandığından acil bir durum olmadıkça buralara gitmemeye karar vermiştim. Genelde yanlış sonuç veren tahliller, yanlış referans aralıkları, yanlış zamanda istenen tetkikler…

Ancak; son maceram ile ilgili ise tamamen masumum; şöyle ki ikinci dönem ders vermeye başlayacağım üniversiteden standart hemogram, TiT, Akciğer ve EKG gibi çok klasik ve tarihi raporlar istediler. Çaresiz  büyük bir üniversitenin Çayyolu’ndaki şubesine gittik, randevu alarak. Güler yüzlü bir dahiliye doktoru genç kızımız ne sorununuz var deyince, şükür bir derdimiz yok sadece şu tetkikler gerekti dedim, olasılığı çok düşük olan bir karşılama şeklini görünce sevinerek. Ancak bundan sonra ilahi komedi perdeler art arda  açıldı, dram ve trajedi türünde: Önce bir odadan barkodlar alındı, sonra kan vermeye başka bir odaya, ardından TiT için başka, EKG ve röntgen için başka odalara gidildi. Her odada hayattan bıkmış “bu yaşlıların burada ne işi var, ben kimim, neredeyim” soruları gözlerinden ve hallerinden belli kişileri bulabilmek için çaba sarf edildi. Ne ise kan alındı, idrar için gidilen laboratuvardaki ilgisiz bir şekilde oraya bırak dediği numune tezgaha bırakıldı, akciğer röntgen çekildi, ancak bunun raporu için merkez hastaneye gidilmesi gerektiği söylendi, bir kaç gün sonra. Buradaki kişi, üzerinde rapor yazan bölümdeki kişilerden merkezden nasıl rapor alınacağı soruldu, numara ile mi, klasik kimlik numarası ile mi diye;  çünkü başımıza gelecekleri bu yaş tecrübesi ile az çok tahmin edebiliyoruz. Tatmin edici bir yanıt bulunamadı. Fazla uzatmadan cevabı veriyorum: Bizden alıp çöpe attıkları barkod ile gidiliyormuş. Neyse EKG önünde sıraya dizildik. Tam benden öncekine sıra geldi, ki bunlar 80 yaşına yakın karı-koca idi, içerideki bayan EKG kağıdı bitti, paydos dedi. Ne yapacağız dedik, merkezden kağıt istedik öğleden sonra gelir diye yanıtladı. Neyse zaten tahlil sonuçları için öğleden sonra yine geleceğimiz için fazla dert etmedik, oradan ayrıldık.

Öğleden sonra geldiğimizde EKG odasına kağıt geldiğini fakat bu kez de EKG teknisyeninin acil bir işi için merkeze gittiğini öğrendik. Bu arada kan ve idrar sonuçlarını almaya gittik. Elimize tututturulan sonuç kağıdında hem kan hem idrar testi sonuçları olduğunu ısrarla bize yutturmaya çalışan görevliye bu konuda biraz literatür taraması yaptığımızı belli etmek üzere yine klasik WBC olarak başlayan ve başında hemogram yazan kağıdın sadece kan testi sonuçlarını ihtiva ettiğini izah ettik. Bunun üzerine çağrılan daha üst düzeyde bir görevli idrar test sonucunun henüz çıkmamış olduğunu ekrandan işaret etti. Laboratuvara gidip sorduk uzman; daha yeni geldiğini ve bir saat sonra sonuçların sisteme gireceğini söyledi.

İşimiz yok bekleriz dedik. bir saat sonra tekrar gittiğimizde sonucun hala çıkmadığını söylediler ki tam bu sırada lab görevlisini üst kata çıkarken yakaladık. Bize tüm testleri sisteme girdiğini ve elinde numune kalmadığını söyledi. Sekretaryanın sonucu görmediğini söylediğimizde biraz sonra geliyorum bakarım dedi. İyi bekleyelim dedik. Bu arada bir yarım saat daha geçti. Hastane sorumlusunu bulmak için yukarı çıkıp sorduğumuzda bize sote bir odayı işaret ettiler. İçeri girdiğimizde bize bekleyin diyen lab görevlisi ile bilumum diğer elemanların çay ve pasta partisinde olduğunu gördük. Bizi görünce hemen sisteme uzaktan bağlanan ve bizi bir yarım saat bekleten bayan raporun onaylanmamış olduğunu diğer bir yarım saat sonrasında çıkabileceğini söyledi.

Sonuçta sabahtan başladığımız en temel 4 kalemlik test sonuçlarından sadece biri, kan testi ve CD’ye çekilen akciğer röntgeni ki bunun da raporu merkezden gelecek, çıktık, diğer üç adet sonucu daha sonra alabilmeyi umut ederek, bu büyük üniversite hastanemizden.

Eve geldiğimde internet üzerinden sonuçları görebileceğimiz siteye girdik; evet idrar testi de çıkmıştı, ancak bir sorun vardı, 5 adet limit dışı değer gösteriliyordu. Bu konuda deneyimli olduğumdan, bu test limitlerini internette araştırdım, ayrıca daha önce çeşitli diğer sağlık kuruluşlarındaki limitlere baktım. Evet yanılmamıştım: Altında hem doçent hem prof. dr. imzalı rapordaki limit değerleri yanlıştı. Nasıl mı biliyorum? O kadar belirgin ve açık ki?

Sadece formalite icabı basit testler için bu kadar uğraşıp sağlıklı sonuçlar alamayınca,  buralara düşecek en ufak bir boşluk olmasın diye iyi ki sporum var   dedim kendi kendime, beni buralardan uzak tutacak tek enstrüman olduğunun bilincinde; çünkü diğer risk faktörlerinden sigara, kötü yeme-içme alışkanlıkları olmadığından. Şimdilik sadece yolda yürürken ya da spor yaparken, üstüme araba çıkma  ya da apartman çökme  riski kaldı gibi…16 Ocak 2017 Ankara

hasta olmamalı    taking care of your health4   taking care of your health3  taking care of your health1

81. nci Büyük Atatürk Koşusu

78-79-80 derken 27 Aralık 2016 günü, karlı ve soğuk bir havada 81.nci Büyük Atatürk koşusunu da tamamlama gururuna eriştim, koşu arkadaşlarım Sıtkı ve Aydın ile birlikte. Sıtkı sırf bu koşu için Eskişehir’den günü birlik geldi hızlı trenle; kendisi hızlı bir atlet ya hep hızlı tren kullanır. Aydın ise daha uzun süreli geldiği Ankara’da üstüne bir de mahsur kaldı kardan.

Koşunun hafta içi, Salı gününe isabet etmesi nedeniyle göğüs numaraları alma işi P.tesi gününe kalmıştı. Yine geçen yılkine benzer bir şekilde gerçekleşti olaylar. Klasik köy kahvesi gibi bir odada kara kalem listelerden adını bul, evrak göster, numaranı al. Halbuki en basit organizasyonlarda bile bir paket, çanta, torba sunulur, içinde T-shirtü, göğüs numarası, iğnesi, yarış çipi, tanıtıcı broşür vb.

Ertesi günü Keklikpınarı’na konduk hep beraber. Bu kez otobüsler yarış saatinden çok önce alanda idiler. Rekor sayıda katılımcı var diye haber çıktı; ancak yine de bu rekor sayısı bini bulmayan bir mertebede idi; bizim için rekor fakat benzer yurtdışı organizasyonları için küsurat. Neyse otobüste yanımızdaki bir Etiyopyalı ile muhabbet ettik, adı Sulti Gure Timbre. Erzurumlu yazıyor listede, hiç Erzurumlu görmesek… Kendisi iddialı olduğunu söyledi, düz parkurda 2:40 ile koşa bildiğinden bahsetti; tabi müthiş bir sürat. Sonradan yarışı genel klasmanda beşinci bitirdiğini listeden gördüm; hedefinin 28-29 dakika olduğunu söylemişti, gerçekten de 30 dakikada bitirmiş. Bu muhabbette Sıtkı epey takıldı adama, rakip olarak tanıttı kendini, korkutmak için. Sulti’nin hedef derecesini duyunca ben daha iyi bir derecede bitirebilirim sadece “1” farkla dedi: O da derecenin başına eklenecek “1” rakamı saat hanesine. Yarışa kadar olan bekleme süresini biraz bu şekilde geyikle geçirdikten sonra, klasik ısınma ve “Start Takında” resim çektirdik.

ata16_5

Yarış başladı, Aydın ile birlikte çıktık. Hedefim 45 dakika ile kendi PR dereceme erişmekti. Rahat koştum, ancak 46:07’de bitirebildim; PR eriştim ancak 45’ten birazcık sapma oldu. Bu dereceler de çok ilkel bir şekilde yazılıyor, bitiş hattında ki karmaşada. Federasyondan bir yetkili gelenleri kayıt sırasına sokmaya çalışıyor, eskilerin klasik emekli maaş kuyruğu gibi, orada masada oturan birisi de yazıyor. Halbuki dünyanın her yerinde çip ile tam olarak zaman tutulur, bizim federasyon bu teknolojiye erişememiş henüz. Zaten çıkışta da çip olmaması nedeni ile zaman kişisel olarak değil topluca başlatılıyor; önce çıkan karlı. Bu nedenle yarış başlamadan daha öne geçme kargaşa ve itiş kakış yaşanıyor. Ayrıca bitiş hattında yine geleneksel olarak sunulması gereken meyve suyu, muz, çikolata içeren yiyecek torbası bir yana içecek su bile yoktu.

Daha sonra heyecanla yarış derecelerine baktım; ata16_2bu yıl yaş grubu derecelendirmesi yapma zahmetine katlanmamışlar. Bu nedenle 2-3 gün sonra yayınlanabilen listeden çok sevdiğim “Excel” ortamında yaptığım analizde 60+ yaş grubunda katılan 50 kişi içinde en iyi dereceyle koştuğumu görmek ödül filan verilmemiş olmasına rağmen en azından teselli olmuş oldu.

Şahit olduğum ve üzüldüğüm bir konu da, yarış sonrası aynı T-shirt giyen bir grup gençle muhabbet sırasında hepsinin bir üniversitenin spor bölümü öğrencileri olduklarını öğrenmem ve bizim gibi 60 yaşındakilerden bile sonra yarışı bitirebilen gelecekte spor öğretmesi istenecek bu gençlerin çoğunun sigara içici olduklarını söylemeleri idi; nerede ise dörtte üçü sigara içtiklerini belirttiler 🙁

Koşu ile ilgili bir diğer anı da: Koşu sonunda Aydın ile birlikte bayrak taşıyanlara katılmak üzere aynı güzergahtan koşarak geri döndük. Özellikle 1-2 Km. geride, hala yarışta olan ve bizi gören gençler hayretle bitirdiniz mi, niye geri dönüyorsunuz diye laf attılar. Ben de bu mesafe bizi kesmedi, Keklikpınarı’na çıkıp bir daha ineceğiz diye cevap verdim; artık inandılar mı yoksa bunu bir hakaret olarak mı aldılar bilemiyorum. Anıtkabir Gençlik caddesi civarında Atatürk posterini taşıyan gruba erişip ucundan tutarak tekrar “finish” çizgisine geldik. Böylece ilk defa bir yarışta iki kez yarış bitirmiş olduk, Aydın ile birlikte. Belki de bir rekorlar kitabına filan girebiliriz: Bir sürü DNS, DNF (Did not Start, Finish: Yarışı bitiremeyenler) yanında iki kez yarış bitirenler olarak…  😆  

15781809_10154779206372591_1657307711171230322_n

28Aralık 2016 Ankara…

Tüyap Kitap Panayırı

12-20 Kasım TÜYAP Fuarcılık Merkezinde gerçekleştirilen Kitap Fuarı olarak lanse edilen “Panayıra” gittik yeğenim Şevval ile (14 yaşında), 19 Kasım Cumartesi günü. Hafta sonu olması nedeniyle , sanırım, çok kalabalık vardı. Emekli ve öğrencilere ücretsiz olduğunu kapıda öğrenince beş artı beş on liradan kurtulmanın sevinci ile kalabalığa aldırmada kapıya yöneldik. Girişte hemen Sarah Jio’nun konferans salonunda olacağının ilanını gördük ve hemen oraya yönlendiksarah. Ben önceden kendisini tanımıyordum; ancak Şevval hemen “Aman allahım, Sarah Jio” deyince hemen içeri daldık. İçeride Sarah’ın geçen yıl bu fuarda olduğunu fakat bu yıl telekonfrerans yolu ile bize katılacağını öğrenince biraz hayal kırıklığı yaşasak da olayı bekledik. Sarah üç çocuk annesi, çok sevimli ve güzel bir bayan olarak ekranda belirdi. Sorulan sorulara herkesin gönlünü alacak şekilde ve samimi yanıtlar verdi. Olay sonrası biraz salonları dolaşmaya başladık. Çeşitli kitapevlerinin kendilerine özgü tip ve anlaştıkları yazarlarla dolu stantlarını ziyaret ettik. Bu arada daha önceden belirlediğimiz kitapları da almaya başladık. İki ya da üç salon boş fakat bazı yazarların imzası için ayrılmış olduğunu gördük. Uğur Dündar, Muzaffer İzgü, Osman Pamukoğlu, Atilla Atalay, Ataol Behramoğlu, Erdal Sarızeybek, İhsan Eliaçık……………. iki bine yakın yazar farklı günlerde imza için orada idi. Benim dikkatimi çeken, örneğin 83 yaşındaki elli yıldır yazı yazan Muzaffer İzgü için bir kuyruk yok iken daha sonra yine Şevvalden öğrendiğim kadarı ile gençlerin idolü olmuş 15-20 yaşındaki çocukların önünde uzayan izdiham dolu görüntüler ve gençlerin klasik hayranlık çığlıkları oldu. 

Her ne ise Muzaffer Amca’nın en son kitabı “Çapulcumusun Vay Vay” kitabını imzalatarak satın aldık, resim çektirmeyi de ihmal etmedik.WP_20161119_12_27_08_ProDaha sonra önceden broşürden gördüğüm Onur Caymazı aramaya başladık. onurBunun nedeni “Entellektüelinden otobüs şoförüne dek herkes sonsuz özgüvenle yaşıyor artık. Ülkemde yaşadığım kırk yılın hiçbirinde bunca özgüven patlamasına tanık olmamıştım. Bunun sebebi gittikçe cahillik batağına saplanmamız sanırım. Zira bilmeyenlerin tüm bildiklerinden emin olduğunu; bilenlerin de hiçbir bilgisinden emin olmadığını biliyoruz. Bilmenin, düşünmenin doğasında var bu. İnsan bildikçe cahilliğini anlar.” şeklinde bir yorumunu gördüğüm Onur Caymazın bir kitabını almak ve kendisi ile tanışmaktı. Zira aynı konuda ben de çok müzdarip olduğumu daha önceki yazımda paylaşmıştım. Kırmızı Kedi yayınevinde Onur’u bulduk ve “Hatırla Barbara Yağmur Yağıyordu” kitabını imzalatarak ve bir de fotoğraf çektirerek aldık. Buradan başka standlara geçerek Şevval’in istediği bayağı kalın kitapları aldık. Bu arada Şevval Sigmund Freud Psikanalize Giriş Dersleri kitabını da isteyince epey şaşırdım.

Genelde tam bir kargaşa, kalabalık ve düzensizlik hakimdi ortama. Ancak ortama uymaktan başka şansımız olmadığından biraz da kalabalık daha da artınca ayrılma zamanı geldiğini düşündük ve Tüyap’tan çıkarak metrobus için üst geçide yöneldik; ancak kımıldamak ne mümkün, köprünün üzerinde sıkışıp kaldık. Bunun üzerine bir Ankaralı olarak korkarak geri döndük ve alternatif çıkışlar aramaya başladık. Bundan sonrası tam bir Survivor benzeri olduğunu söyledi Şevval. Bizim gibi açıkgöz diğerleri ile anayola çıktık ve geliş-gidiş otokorkuluklar üzerinden aşarak bir yerlere geldik. Buradan ilk duraktaki korkunç kalabalığı görünce bir sonraki durağa yürümeye karar verdik. İyi ki de böyle yapmışız; gerçi epey bir araba yolu aşmamız gerekse de bu duraktan rahatça metrobuse binerek geri dönüşe geçebildik. 20 Kasım 2016, Bakırköy

İstanbul’da yine ve yeni bir koşu hikayesi

Dalyan Caretta yarı-maraton sonrası durmadan İstanbul Maratonuna yönlendim. Bu kez 15K koşmaya karar vermiştim. İsabet de etmişim. Çünkü geçen yıl koştuğum maraton güzergahı ve nispeten güzel bir rotası olan yollar bu kez delik- deşikti, ertesi gün araba ile geçerken daha doğrusu bir saatten fazla sürede geçmeye çalışırken gördüğüm kadarı ile.

Bu sene ferdi olarak değil TEMA vakfı yararına koşmaya karar vermiştik arkadaşım Sümer Gürer’in önerisi ile. Bizim sınıfın ayakta kalan beş cengaveri, koşresimdeki sıra ile soldan itibaren:Ben-Aydın-Sümer-Cem-Sıtkı; çeşitli mesafelerde koşmak üzere bir araya geldik. Yarış günü sabah 07:00’da meşhur Büyük Klüp’ten hareket edecek vasıtaya binmek  için saat altı-buçukta Sıtkı ile otelin lobisinde buluştuğumuzda dışarıda fırtına, sağanak, yüksek dalgalar her türlü doğa olayları cereyan etmekte idi. Hatta o kadar etkili bir yağış vardı ki bizimle beraber gelip maratona katılacak bir arkadaş korkudan odasından çıkamamış ve telefonunu kapatmıştı. Onbeş dakikalık bir yürüyüş sonrası bizi olay mahalline götürecek araca buradan da köprünün herhangi bir noktasına ulaşarak malzemeleri bir telaş otobüslere bırakıp yarış çizgisi gerisinde bir yere konuşlandık, saat henüz sekiz, yarış dokuzda başlıyor. Bir saat yandakilerle muhabbet gelişti. Sağımdaki genç 70 yaşında imiş. Bir diğeri benle aynı, her gün otuz kilometre koşuyorum diyor. Önde br genç 22 yaşında, ilk defa koşacağını ve benim “pace” kaç olduğunu soruyor. Herkes heyecanlı. Neyse yarış başlıyor. Ancak her seneki kargaşa tekrar tekrar yaşanıyor. Normalde gelişmiş ülkelerin gelişmiş organizasyonlarında her kes kendi sür’atine göre önden arkaya bantlar halinde konuşlanır. Böylece koşu başladığında kimse kimsenin üzerine çıkmak zorunda kalmaz hatta aralar açılır. Bizde böyle olmadı. Hatta bir yıl önce köprü hem geliş hem gidiş koşuya açık olduğu halde bu yıl dönüş yoluna sokmadılar. Böyle olunca da iyice üst-üste bindik, koşuya gelen fakat yürüyen insanımız ile bizim olmazsa olmazımız 4-5 kişilik yan yana baraj kurmuş gruplarla. Bu hengameden Barbaros başında biraz kurtulabildik. Bundan sonrası klasik ve monoton bir süreç: Yine İstanbul’a turistik geziye gelmiş fakat sayıları her yıl azalan yabancıların teşvik ve alkışları, illa ki koşucuların arasından karşıya geçen vatandaşlarımız gibi. Her ne kadar hedefime erişememiş olsam da de 1:13 gibi bir süre de hiç yoktan iyidir dedirtti. Yaşlanıyor muyum neyim?  

Dördümüz yarış sonunda yine büyük bir kargaşa ve mücadele sonrası otobüslere teslim edilen çantaları kurtarmanın haklı gururu ile bir araya geldik. Sıtkı yine resim çektirme sevdasında geriden geldi. Aydın ise maratona katıldığından biz otelimize geri döndüğümüzde bile hâlâ koşmakta idi. Sonra hep beraber vapura sonra da otobüse binerek yarış başlarken ortaya çıkan ve halen devam eden güneşli havaya da teşekkür ederek otelimize döndük. Bu arada Galata köprüsünde Cem bize mısır aldı, Sümer de Büyük Kulüpte çay ısmarladı.

Olayın üzerinde nerede ise 72 saat geçti fakat organizasyon yarış sonuçlarını hala yayınlayamadı. Bu da çok ilginç: Çünkü üzerimize monteli çiplerle her hareketimiz bilgisayara anında kaydolunmakta. Yapılacak başka bir iş yok ki, sadece bu bilgileri siteye aktarmak. Bu yarış hariç nerede ise tüm yarışlarda olaydan bir-iki saat sonra sonuçlar açıklanır. Şimdi internetten bakıyorum sadece göğüs numarası ile kendi sonuçlarımızı görebiliyoruz fakat genel bir liste hala yok. Sanırım bu İstanbul’da katıldığım son olay olacak…İstanbul 15 Kasım 16

Not: 22 Kasım itibarı tekrar baktığımda sadece maraton için detaylı sonuçlar açıklanmış; fakat 15K genel listede yaş ya da yaş grupları ile ilgili bir sütun yok. Bu nasıl olabilir; kayıt formunda doğum tarihleri alınıyor. Çok ilginç! Zaten basit bir istatistiki tablo ile bu olayın gidişatının organizasyonu ile birlikte batmakta olduğu yorumu yapılabilir.

Yıl 2015   Yıl 2016
Koşanlar Kadın Erkek Toplam   Koşanlar Kadın Erkek Toplam
TÜRK 83 1.095 1.178   TÜRK 98 1.235 1.333
YABANCI 401 1.288 1.689   YABANCI 80 269 349
TOPLAM 484 2.383 2.867   TOPLAM 178 1.504 1.682

Toplam katılımda %40, yabancı katılımında %80 bir düşüş görülüyor. Ayrıca bu kadar katılandan maratonu bitirebilenler aşağıdaki tabloda.Bu korkunç bir rakam. İstanbul kıtalar arası maratonun ülkenin en önemli ve katılımı yüksek koşusu olduğu kabul edildiğinde Türkiye’de maraton koşan sadece bin küsur kişi olduğu söylenebilir. Benim açımdan iyi haber ise ben de bu bin kişi içindeyim, altmışından sonra başladığım faaliyette…

Koşanlar Kadın Erkek Toplam
TÜRK 68 1.016 1.084
YABANCI 65 226 291
TOPLAM 133 1.242 1.375

 

Hadrianopolis

Dedemin mezar taşında doğum tarihi olarak 1306 yazıyor; yani miladi takvime göre 1888 civarı. Buna o zamanlardaki gerçek olayla kayıt arasındaki gecikme kalomasını da eklersek Atatürk doğum tarihine kadar gider sanırım. Babamın taşında ise 1340 yazılı. Babamın çocukluk dönemine ait anlattığı sefalet, yokluk filmlerde bile işlenmemiş düzeyde; eşya yok, giyecek yok, yalınayak-başı kabak, yiyecek ise birkaç üründen ibaret o da kıtlık düzeyinde. Gençler cep telefonu da yok muydu diye sorarlar mı bilemem, ancak babamın 14 yaşında İstanbul’a kaçmasına kadar ayakkabısı bile olmadığını anlatması bir cevap olabilir sanırım. Bunun üzerine dedemin Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarında ki katlanmış sefalet ve ıstıraplarını es geçiyorum. Memlekete her gittiğimizde ziyaret maksatlı babama gittiğimizde buralarda kimsenin kalmadığını kalanlarında ellerindeki cep telefonu ve 30 yıllık araçlarından fazla ilave bir bolluk içinde oldukları şüpheli…

Yine Kasım 16 yine ziyaret. Sonrasında köyün yakınındaki bir levhadan sağa dönüyoruz: Hadrianopolis… Giriyoruz kazı alanına, bir yer üzeri kapatılmış, spor salonu gibi. Hemen güvenlik görevlisi bitiyor yanı başımızda; bilgili, ilgili, sevecen biri büyük şehirlerden alışmadığımız bir biçimde. Bizi bu kapalı alanda korumaya alınmış mozaikli kiliseye alıyor ve anlatıyor.  hadriaDaha sonra açıktaki hamam, ilerideki duvarları mozaikli bir villa ve toprak altında binlerce yıl kalmış ve şimdilerde tümsek olarak kabartılı topraklar altında çok geniş bir bölgede gün ışığına çıkmayı bekleyen saraylar, tiyatrolar, sığınaklar, su kanalları. Bu arada bizim memlekette evlere su 1962 yılından itibaren bağlanmaya başlanmıştı, tiyatro ise 2016 yılına kadar olmadığı için bundan sonra da olmayacak demek. Tarihi olarak burada M.Ö. 1. nci YY ‘da başlayan Roma devrinden çok öncelerinde yüksek medeniyet seviyesinde toplulukların yaşadığı bilinmekte, ancak daha fazla bilgi arkeolojik olarak yapılacak çalışmaları beklemektedir. Bölgede yaşayan ya da buradan göç eden ve şu anda yaşayan 80-90 yaşındaki akrabalarımız buralarda define avcılarının cirit attığını, altın bulabilmek için yaptıkları katliamlarda mezarların, binaların tarumar edildiğini anlatmaktadır. Buna rağmen çok azı açığa çıkarılan bölgedeki kalıntılardan 2000-3000 hatta 5000 yıl önceki medeniyet seviyesini hayal edebilmek mümkün: Evlerde sular, çok kaliteli ve sanat eseri mozaiklerle süslü toplumsal mekanlar, yaşam alanları, tiyatrolar, kütüphane. Yani bundan 100 yıl önce aynı bölgede yaşayan atalarımızın ve hatta günümüzdeki bizlerin yaşam seviyesi bundan 2000 yıl öncesine göre kaç yıl geride kaldığını düşünmeden edemedim… Eskipazar 09 Kasım 2016

Caretta Koşusu

Bu yılın yarışlarla dolu ilk altı ayını ABD’de geçirdiğimden Boston Yarı-Maraton harici bir koşum olmamıştı. Dönüşte, sonbaharla birlikte yeniden başlayacak koşulara bakarken bu yıl ilki düzenlenecek olan Dalyan Caretta Yarı-Maraton’u ilgimi çekmişti. Ankara’dan 700 kilometre uzak olmasına rağmen hem ziyaret hem ticaret (hem gezi, hem koşu anlamında) Caretta yarışına kaydoldum. Hedefim Boston’da elde ettiğim 1:40 altına inebilmekti.

Dalyan çok güzel bir mahalle, gözden uzak. Yarış organizasyonu tarafından önerilen otelleri inceledikten sonra “Murat Paşa Konağı” butik otelinde karar kıldım ve ilgili (Murat Bey) arayarak rezervasyon yaptırdım. Sağ olsun bir ön ödeme dayatmadan OK dedi. Yarıştan dört gün önce yola çıktık eşimle. Afyon’da durakladık. Burada yine internet üzerinden aldığım tüyolarla Hidayet Abi’de kaymaklı ekmek kadayıfı, Aşçı Bacaksızın tek sunumu olan tandır yedik. Biraz da etrafı gezdikten sonra Dalyan’a doğru yola koyulduk. İnternet haritalarında önerilen iki-üç rotadan Denizli üzerinden olanını seçtim. Yol güzeldi; ancak Kale sonrası Köyceğiz’e kadar olan araba yolu çok virajlı, iniş-çıkışlı ve dardı. Bir daha ki sefere bu yolu tercihe etmemeye karar verdim. Yolda bir de tekerlek patladı ve bu sırada da yağmur başladı. Nasıl oldu ise düzgün bir yolda Afyon-Sandıklı arası arka tekerlek yarılmış.  Tam durduğum noktada yollarda ürün satan ahalinin bir kulübesindeki genç Sandıklıda kayıtlı bir lastik ustasını buldu. Tabi lastik yarıldığı için stepne ile Sandıklı sanayi sitesine gittik, yeni lastik almaya. Karşımıza yaşlı fakat ince bir amca çıktı. Tam maşallah amca bu yaşta (82 imiş) çalışıyorsun derken ardından bir de nine geldi. Meğer bunlar meşhurmuş civarda. Ninem tek başına traktör lastikleri bile değiştirebiliyormuş eskiden. Burada  da işimizi halledip tekrar yola revan olduk.

Dalyan çok sakin idi yılın bu döneminde. carettaBurada ev almış İngiliz ve Alman vatandaşlar o kadar çok boldu ki etrafta, bisikletlere binen, koşan ve yürüyen; sanki Avrupa’nın ufak bir kasabasında gibi hissediyorsun kendini. Bizden ve kaplumbağalardan pek fazla ortalarda olmadığından genelde İngilizce ve Almanca konuşmalar havada yankılanmakta.

Yarış rotası düz ve genelde manzaralı idi. İlk dönüş noktası İztuzu plajına gelmeden hemen bayırların başladığı noktada kurulmuştu. Dönüş sonrası tekrar başlangıç noktasını geçip diğer dönüş noktasına kadar olan kısım klasik, renksiz bir yol şeklinde idi. Bence olay ismine daha uygun ve çekici olması açısından bu 1-2 Km. yokuşlar güzergaha dahil edilse, dalyanCarettaların olduğu plaja kadar gidilse (kırmızı renkli rota) ve böylece ikinci dönüşe yer verilmese daha ilginç olabilirdi. Ancak ilk defa düzenleniyor ve 700’e yakın yarışmacı olmasına karşılık organizasyon açısından başarılı idi, bence.

Yarış günü, 29 Ekim, hava Ekim sonu olmasına ve koşunun 15:45’te başlamasına rağmen sıcaktı, 27 derece. Yarıştan önce yaptığım stratejik ve taktik çalışma sırasında, rota, yükselti ve en önemlisi rakiplere bakmıştım. Yarışlara, benim yaş grubumda  (yani 30-35 yaş grubu 🙂 ) iki eski İngiliz atlet ve Ege Maraton dan uzatmalı iki atlet katılıyordu. Bunların derecelerine göre benim ilk üç şansım yoktu daha baştan. ancak ben kendi PR’ım için koşacaktım. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Normal bir homo-sapiens vatandaşı olarak bahaneler uydurmak gerekirse: Hava sıcaklığı ve bir aydır sürmekte olan bel çevresindeki sakatlıktan dolayı çalışmalardaki aksaklıklar belirtilebilir. Sonuçta 1:46:17 gibi bir derece ile yaş grubunda beşinci genel sıralamada 200 kişi arasında 46 ncı gelmişim. Burada tek teselli bayanlar kategorisindeki birincinin benden sonra yarışı bitirmiş olması idi. Bu arada eşim de bizden önce yapılan halk koşusunda yer aldı ve  ailece olaya katılmış olduk.

Ertesi günü de Dalyan’da kalarak hem dinlenme hem de tatile devam kararı aldık. Bu kapsamda Kargıcı koyu diye bir yere gitmeye karar verdik. Çok tehlikeli, virajlı yerlerden geçerek koya gittik, ancak bir Allah’ın kulu yoktu ve koy gölgede kalmıştı. Buradan yarışın teması olan Caretta kaplumbağaların bölgesindeki İztuzu plajına tekrar bu tehlikeli yollardan geri döndük. Burada biraz rüzgar ve dalga olmasına rağmen denize girdim, nerede ise Kasım ayında.

Kaldığımız Muratpaşa Konağı temiz, düzgün bir oteldi. Özellikle Murat Bey-Dilek Hanım (Özünal), sahipleri, çok kibar ve ilgili, çalışkan insanlardı. Buranın en önemli özelliği binanın dört bir yanını saran begonviller ve etraftaki kedilerdi, sanırım. Otelde kalanlar da yarış için gelen düzgün kişilerdi.muratpasa

Kısacası, bir çok macera, heyecan, spor, eğlence gibi olaylar yaşanmış olmasına rağmen, yaklaşık arabada 1500 km., koşuda 21 km. boşa harcanmamış oldu. 

 

 

Kuru Üzüm Habbeleri ve Akademisyenlik

Başlığa bakınca benim bile “ne alaka” diyesim geliyor. Kuru üzüm, üzümün kurusudur ve kuruyemiş olarak kabul edilmese de onun gibi çiğ tüketildiği gibi, üzüm hoşafı olarak ya da üzümlü keklerde de kullanılır. Rengine göre sarı ve siyah olmak üzere iki temel gruba ayrılır. Akademisyenlik ise ekşisözlük bulduğum Türkiye’de icra edilişi tam da “her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” düsturuna uygun yapılan iş (yoktur bir tanımı, asgari müştereği)  tanımına uyan bir kavram.

Altmış yaş hedeflerinde yer alan doktora konusunu hallettikten sonra, normal olarak belki bu yaşta bilgi ve deneyim birikimini aktarabilirim fazla iddialı olmayan bir okulda, hem de bir meşguliyet olur diye düşündüm. Bu kapsamda doktora yaptığım THKÜ ilanı üzerine akademisyen olmak üzere başvurdum. Sağ olsunlar son olaylar nedeniyle üç kişilik boş yer var diye çıkılan ilana iki kişi başvurduğumuzdan ve çok acil ihtiyaçları olduğundan yaşa-başa bakmadan tamam dediler, niteliklerin uygun. Bu arada okulda öğretim dili İngilizce olarak belirtildiğinden YDS veya eşdeğeri belirli bir puan isteniyor. Bunu önceden bildiğimden 1991 yılı KPDS aldığım yeterli puan geçersiz olur diye Eylül 2016 YDS sınavına da girmiştim. Kabul görebilmem için 22 Eylül’de açıklanacağı belirtilen sınav sonucunu elden götürmeyi planlıyordum. ancak ÖSYM sonuç açıklama sistemine girdiğimden “Sınav kurallarına uymadığınız için sınavınız geçersiz sayılmıştır” ibaresi ile karşılaştım. Her şeyde bir hayır vardır dedim ve ÖSYM ‘ye itiraz dilekçesi verdim.  Bir yanıt gelmedi tabi doğal olarak; ancak çağrı merkezinde belirli bir sürede sistemden atan sisteme uyabilmek adına 3-5 arayış sonrası oradaki bir gencin ağzından zorlukla alabildiğim “videoda izlenmişsiniz, yiyecek getirdiğinizden iptal olmuştur” cümlesi üzerine ayıldım. Evet gerçekten de öyle olmuştu: Sınava girerken yaşımız gereği arada destek olur diye biraz kuruüzüm ve çikolata getirmiştim. Sınav gözetmeni bunlarla sınava giremeyeceğimi ancak şeker sorunu varsa 10 adet kuruüzüm alabileceğimi söyledi. Benim de bir önceki kan testinde genelde yanlış ölçtüklerini bildiğimden önem vermediğim şekerim biraz fazla çıktığından tamam dedim. Gözetmen sınıfa ilan ederek “bu yaşlı amcanıza 10 adet kuruüzüm izni verdim ” dedi. Ben de gayet rahat 180 dakika sınav süresince bu 10 adet kuruüzümü arada ağzıma atmıştım.

Bu arada üniversiteden evrakınız eksik diye başvurumu kabul etmediklerini belirttiler. Bunun üzerine Lao Tzu Felsefesi  tesellisi ile  “hayırlısı” dedim arayan görevliye. Fakat bu arada bu 10 kuruüzüm habbesini olayını öğrendim ya, bir daha gideyim dedim ÖSYM’ye. Gitmeden önce de bir arkadaştan tanıdığı olup olmadığını sordum; çünkü önceki itirazda ÖSYM kapı-duvar, müracaatta bırakıyorsun dilekçeyi sonra sen sağ ben selamet. Neyse bir tanıdık bulduk, konuşurken benim eski KPDS girdi araya. YÖK ‘te çalışan ve bu düzenlemeleri hazırlayan yetkili üniversite öğretim üyeliği için KPDS-ÜDS-YDS zaman aşımı olamayacağını ve benim yeterli puana sahip olan KPDS’min geçerli olacağını belirtti (Bu arada bunu bilen bir üniversite yetkilisi de yok gibi). Hemen THKÜ’ne gidip ilgililere durumu ilettim ve KPDS belgemi sundum. Bir tanesi ben on yıldır bu işle uğraşıyorum böyle değil dedi. Konu ile görevli bir yetkili ise ben biliyordum zaten dedi ve belgemi aldı, gerekli girişimleri yapıp muhtemelen olumlu olarak geri döneceğini belirtti ve tabi dönmedi. Bu arada 60 yıl tecrübesi ile şunu belirtmek isterim Türkiye’de “size geri döneriz” lafı ile “üzerine soğuk su iç” lafının eşdeğer olduğu binlerce kez duymama rağmen  bu vesile ile bir kere daha yaşamış oldum.

Lao Tzu “Kral ve At Hikayesi” nasihatını bir kez daha okudum: “Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının.” Bunda da bir hayır vardır diyerek…ve kuruüzümün bunca sayılan yararları arasında bir de zararını  yaşamış oldum. Ankara, 07 Ekim 2016

Not: Bugün, 15 Ekim 2016, girdiğim e-YDS sınavından 91.25/100 almışım; Hayırlısı…

Kaplumbağa ile Homo Sapiens

Kaplumbağa ile tavşanın yarış masalı herkes tarafından bilinir. Bilimsel olarak belirlenen değerlere göre bir kara kaplumbağasının hızı iki saatte bir kilometre, tavşanın ise saatte 48 km,  iki saatte nerede ise yüz kilometre olarak verilmekte; Clipboard01yani nerede ise tavşan yüz kat daha hızlı. Bu arada edindiğim bir bilgiye göre dünyanın en hızlı karıncası gümüş renkli sahra karıncası saniyede 0,7 metre koşabiliyormuş; yani dakikada 40 metreden fazla, Yeni Atabilge koşuyolunda bir turu 30 dakikanın altında tamamlayabiliyor bu hesapla.

Diğer taraftan şu anda dünyanın en hızlı insanı Huseyin Bolt; Berlin Dünya Şampiyonasında saatte 44.64 km (60-80 metreler arasında çıktığı 1.61 saniye süreli hızı),  16 August 2009. 

Bu veriler ışığında benim dikkatimi çeken bir konu günlük koşularımda karşılaştığım ve genelde dar koşu pistinde sorun yaşadığım spor yaptığını zanneden bazı kişilerin hareketleri. Genelde bu tipleri kulaklarında kulaklık ya da bazen nerede ise tüm yol boyunca telefon konuşmaları ya da yanındaki ile sohbet ederken yaptıkları hız. Bir gün koşu hariç otururken zaman tuttum bu tiplerden biri için 20-25 dakikada bir tur; anlamı bir kilometreyi 20 dakikada geçiyor. Yani sahra karıncası ile çekişebilir ve  biraz daha oyalansa kaplumbağa ile başabaş bitirebilir parkuru.

Bu kişilere harcadığı zamandan azami verim alabilmesi, muhtemel hedefleri olan kilo verme hususunda etkinliği artırma konusunda biraz daha hızlı gitmelerini söylemek isterim; ancak bu yaştaki deneyime bağlı olarak özellikle bayan olan bu sporculardan (!) gelebilecek tepkileri tahmin edebildiğimden vazgeçiyorum. Bazen koşu sonrası gevşeme için kaldığım spor aletleri alanında soru gelirse, öncelikle bir sağlık sorunu olup olmadığını soruyorum ve daha sonra kontrollü olarak ve tedricen süratini artırmasını tavsiye ediyorum.

Merzifon

Çocuklar Merzifon’a yerleşince, biz de normal olarak torun sevdası ile yeni yerler keşfetmeye devam ettik. ABD’nin en güzel tabiatına sahip “New England ” Bölgesinden geri henüz göç etmiş olmamız nedeniyle “Doğu Hizmeti” sayılan bu bölge bizi ilk başta ürkütmüştü, doğru söylemek gerekirse. Ancak, standart olarak kişisel dedikodu ve söylemleri eksik ve subjektif olarak gördüğümden, INTERNETE soralım dedim, her zaman yaptığım gibi. Genelde çok az malzemeye rastlasam da buranın sakin hatta gençler tarafından fazla sakin bulunduğunu okudum. Tabiat ve çevre olarak 800 metre rakım ve etrafta Merzifon’u çevreleyen dağların varlığı hava açısından umut verici idi. Öyle ki bu Temmuzu sıcaklarında bile öğleden sonra esmeye başlayan rüzgarlar bizi rahatlatan tabiat olayı idi. Biraz daha derinlere, tarihe inince, Merzifon’un önemi ve kalitesi, her ne kadar yıllar içinde yitirilmeye devam ediyor olsa da, ortaya çıkmaya başladı. Bir kere Karadeniz’i iç kesimlere bağlayan yolların kesiştiği stratejik bir noktada kurulmuş Merzifon; geniş düzlükler ve bol su. Eskiden dört tarafını çevreleyen dağların orman ve güzel hayvanlarla dolu olmuş olması, zaman içinde klasik bir hikaye kapsamında buradaki ağaçların yine burada oturanlar tarafından yok edilmesi sonucu, doğal güzelliklerin ortadan kaybolmasına neden olmuş. Bu konu bana hep Nasrettin Hoca’nın bindiği dalı kesmesi hikayesini hatırlatır. Özellikle de ilk bakışta balta girmemiş orman görüntüsü sunan fakat yaklaştıkça içendeki evler ve canlıların görülmeye başladığı müthiş “Reading, Massachussets” doğal çevresinden dönüşte, bu durum içimi burktu.

Merzifon bahsedilebilecek konulardan biri de buradaki Merzifon Fen Lisesinin binası. Clipboard02Bu binada eskiden Merzifon Amerikan Koleji imiş ve Wikipedia’dan öğrendiğim kadarı ile İngilizcesi The Anatolia College in Merzifon ya da American College of Mersovan, 1886 ile 1924 yılları arasında ABD misyonerleri tarafından yönetilmiş Merzifon’da kurulu karma bir lise faaliyet göstermekte imiş. İstanbul’daki Robert Kolej ve Tarsus’taki kolej kapsamında üçüncü bir Amerikan kolejinin buralarda kurulmuş olması her ne kadar siyasi ve stratejik bazı nedenlere dayansa da bölgenin kalitesini ortaya koyma açısından önemli diye düşünüyorum. Kolejin hemen karşısındaki saat kulesi ve binası maalesef yıkılıyor. Tarihi bu kadar harap etmek ve terke etmek bizim kültüre has bir olgu gibi. Tabi bu yazıda Merzifon’u tanıtmak amacı olmadığından buradaki geniş tarihi eserlere fazla girmiyorum. 

Merzifon’un Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir modern görünüme sahip olduğunu gördüm. İnsanlar ve özellikle bayanlar rahatça istedikleri şekilde giyinip caddelerde gezinebilmekte, çay bahçelerinde oturabilmekte, araba kullanabilmekte hatta dükkan işletebilmekte, kimse de dönüp bakmamakta. Bu açıdan İstanbul ve Ankara’nın pek çok bölgesine göre modern bir yaşam biçimi var. Normal olarak yaklaşık 50 bin nüfuslu bir şehrinde fazla çarşı mağaza varlığı beklenmemesine karşın burada yeterince güzel, düzgün alışveriş olanağı, tarihi alanlarda restoran ve kafeler, geniş caddeler, haftanın her günü ve akşamları geç saatlere kadar açık. Her istediğin kolayca bulunabiliyor. Ayrıca çevredeki köylerden gelen doğal köy ürünleri de kolayca bulunabilmekte. Bu kapsamda misafir olduğumuz evin hemen yakınındaki bir çiftliğe giderek aldığımız henüz sağılmış keçi sütü ve isteğimiz üzerine tavukların alından yeni alınan ve sıcaklığı üzerinde yumurtaların lezzeti Ankara’da erişemeyeceğimiz bir olay oldu. Diğer bir dikkatimi çeken konu da hiç başıboş köpeğe rastlamamış olmamdı. Koşarken özellikle geniş bahçeli evlerden köpek havlamaları geldi, ancak hepsi sahipli ve bağlı idi. Ankara’da özellikle Yaşamkent’de her boş arsada hatta alışveriş merkezleri, banka kapıları önünde serbestçe dolaşan köpekler aklıma geldi.

Yaşam maliyeti normal olarak Ankara, İstanbul’a göre çok düşük: Ev kiraları nerede ise üçte biri, düzgün yeni bir binada, yiyecek ve pazar fiyatları ucuz, ulaşım, zaten her yere yürüyerek ve bisikletle gidilebilir, nerede ise sıfır maliyet. Kontörlü su aldık elli lira karşılığında 20 metreküp su yüklediler. Ben bugün Ankara’dan 50 liralık su kontör yükledim, 4,14 metreküp yüklendi  diye fiş verdi makine.

Samsun’a, Amasya’ya, Çorum’a yakın ve bunların merkezinde bir coğrafik konumda olması bir avantaj. Bunlardan Amasya 40 kilometre ve gerçekten gezilmesi, görülmesi gereken bir yer, tarihi eserleri, ırmağı ve ırmağın etrafındaki tarihi evler, Safranbolu evler gibi. Bu konuyu başka bir yazıda yazmayı düşünüyorum. Ayrıca Samsun’a erişimle denize de erişim sağlanmış oluyor. Leblebi ihtiyacı için ise Çorum hemen yanı başında.

Burada tespit ettiğim üzücü bir olay ise tek ve iki katlı bahçeli evlerin büyük şehirlerde olduğu gibi birer birer yıkılarak ve bahçelerindeki tüm ağaçların kesilerek, ağaç kesmeye bu kadar meraklı bir kültür herhalde yoktur dünyada bizden başka, yerlerine bir karış bile topraklı alan ayrılmamış apartmanların dikiliyor olması, yine rant kapsamında. Halbuki kalan evlerden anladığım ve gördüğüm kadarı ile, bu bahçeli evlerin nerede ise hepsi bakımlı ve restore edilmiş, bahçeler düzenli, meyve ağaçları dolu. Ankara, İstanbul ya da başka şehirlerdeki tuğlalı, sıvasız, penceresiz çıkılmış kaçak katlı ve inşaat demirleri uzayan evlerinden farklı olarak hepsi sıvalı, boyalı, düzgün, modern villa tipi evler. Çok yakında bu evlerin de ortadan kaldırılması, katledilmesi sonrası birbirine bitişik, bahçesiz, ağaçsız, topraksız evlerde stresli bir Merzifon ortamı devreye girmiş olacak.

Tabi Merzifon’da bulunmanın tadını çıkarmak için etrafı tanımada en Merzifon_Tavsan_Dagetken yöntem olarak gördüğüm koşularıma burada da deva ettim. Özellikle Tavşan Dağına koşarak çıkabilmenin ve buradan Merzifonu seyretmenin tadını anlatamam. Ortam resminden de anlaşılabileceği gibi 5-6 kilometre nerede ise 45 derecelik bir açıda koşarak 1300 metre irtifaya kadar tırmanmam iyi bir “hill” egzersizi oldu. Bunun dışında caddeler koşmaya pek müsait değil ve bu kadar düz bir arazide bisikletli ve koşan nerede ise benden başka kimse olmaması nedeniyle fazla dikkat çekmemek için koşularımı buradaki lojmanlar bölgesindeki, bir zamanlar yapılmış fakat koşan, yürüyen olmadığından otlar bürümüş koşu yolunda yaptım.

Bu kısa kalış sırasında tespitlerim bu kadar. Tekrar gidişimde daha derinlere, uzaklara koşarak daha fazla bilgi ekleyebileceğimi düşünüyorum.

 

Back to Turkey_Yolculuk

Altı ayın nasıl geçtiğini anlayamadan Türkiye’ye dönüş saati geldi çattı: Boston Logan Havaalanı ve Münih üzerinden doğrudan Ankara. Bu süreçte de bazı gözlemlerim oldu ister istemez. Logan’da bindiğimiz Airbus A-340 uçağı 400 kişilik ve uçak tam olarak dolu. Uçağa binişte her zamanki gibi kapıya doğru bir yığılma oluyor anonsu müteakip. Burada insanlar arasında farklılık yok, ister Amerikalı ister Türk psikolojik olarak kapıya gidiliyor. Belki eldeki bagajlar için yer bulamama endişesi, her ne kadar bugüne kadar yaptığım yüzlerce uçak yolculuğunda kimsenin bagajı elinde kalmadı, belki de tamamen duygusal bir acelecilik. Logan’da da benzeri oldu uçuş saati yaklaştıkça; düzgün olmasa da bir sıra oluştu ve insanlar beklemeye başladı. Uçağa biniş safhaları yine standart önce sakatlar, çocuklular, “Business Class” ya da belirli ayrıcalığa sahip kişiler ve sonra biniş kapısına göre koltuk numaralarına göre anons ediliyor, Hiç bir kargaşa yaşanmadan 400 kişi kısa sürede uçağa alındı ve uçak zamanında kalktı.

Münih Havaalanında Lufthansa’nın Ankara uçuşu için kısa sürede kapıyı bulup gittik, eşimle birlikte. Biraz gecikme oldu ayrıca kapı ve uçak değişikliği yapıldı, normal. Ancak bizim 150 kişilik Airbus 320  uçağın yarısı boş olduğundan 70-80 kişilik bir kalabalık vardı. Herhalde son olaylar ve bayramın son günü olması etkilemişti. Bekleyenler kapıya hücum etti adeta, sanki uçak kaçacakmış gibi. Boston’da ki 400 kişinin sırasından sonra burada tam bir dairesel sıra oluştu kapıyı çevreleyen. Burada ilk önce dolmuşçuluk kültürümüzün etkili olabileceği aklıma gelmiş olsa da, binenlerin çoğunun uzun süre yurtdışında bulunmuş oldukları ve hatta burada doğup büyüdüklerini düşününce bu tezimden vazgeçtim.

Diğer dikkatimi çeken bir konu da 400 kişilik Boston uçağında sadece bir sakat arabası ile binen olduğu halde bizim çok daha küçük grupta üç ya da dört sakat arabası ile gelen gruplar vardı. Yine Boston’da sadece bir kişi bu sakata refakat ettiğini belirterek öncelikten yararlandığı halde Münih-Ankara seferindeki sakat arabalarına yapışık beşer-altışar refakatçi olması idi. Hatta kapıdaki Alman bir arabanın arkasından ambulansın arkasına takılır gibi takılıp gelen kalabalığı görünce korktu ve bu kadar kişi de beraber mi diye sorguladı. Sonradan iş anlaşıldı ki bu grupta alakasız iyi giyimli karı-koca refakatçinin arkadaşını kuyrukta tanımış ve hemşehrilik ayağına gruba katılmış masumane. Alman biraz ısrar edince ikili gruptan ayrılmak zorunda kaldı pişmiş kelle gibi sırıtarak. Daha sonra gelen yine kalabalık bir refakatçinin itelediği arabadaki genç kıza bakarak acıdım, bu yaşta sakat kalmış yürüyemiyor diye.

Arabalılar bitince çocuklular gelsin ilerü denilince yine ikinci bir dalga kapıya hücum etti ki Alman kapı görevlisi Viyana kuşatması zannederek gardını aldı. Bir aile 18 yaşındaki çocuğu ile barajı geçmeye çalışırken, Alman  çocuk nerede diye sordu, “Ahaa bu” denince bir “offf” çekti. Gerçekten çocuklu olanlar öndeki kalabalığı geçemediğinden geride kaldılar. Bunlardan bir ailede anne ileri atılıp kalabalığı yardı fakat baba hem elinde araba hem de biraz çekingen olduğundan geride kaldı. İkilinin arasına Buiness Class iki Alman vardı. Kadın bunlarla kavgaya girişti, neden kocamla aramıza girdiniz diye, halbuki biniş hakkı onlarda idi. Bu arada, sanırım okuma yazması olmayan yaşlı bir teyze, bu uçak Ankara’dan geçer mi diye sorunca, buralara kadar dil ve okuması olmadan nasıl gelip gidebildiğine şaşırmadan edemedik. 

Neredeyse yarısı boş olan uçağa sağ salim binerek kendimize bir yer bulabildik. Çünkü uçağın içinde o kadar bir karmaşa yaşandı ki, hostesler bile pes edecek hale geldi. Birden  bir mucize oldu: Sakat sandalyesindeki küçük kızımız yürümeye başlamıştı. Memlekete kavuşma duygusunun nelere kadir olduğunu bir kere daha bu vesile ile öğrenmiş olduk. Aynı kızımız Ankara’da ayağını yurt toprağına basınca çok daha dik ve vakur yürümeye başlamıştı. Bu konunun uzmanlarca ele alınması diğer sakatların tedavisinde çığır açabilir. 

Normalde uçaklar artık körüklere yanaştığından önden inilir. Bizim uçak da körüğe geldi. Zaten Ankara’da genelde boş olduğundan her zaman yer bulunur. Bu nedenle herkes öne doğru meylederken, ortanın arkasındaki sıradaki bir bayan daha önce inme olasılığına karşı oğluna “arka kapıyı da açacaklar, gözünü ayırma” demesi daha Türkiye’ye gelmeden uyanıklık egzersizi yaptığını düşündürdü bana. Malum burada uyanıklık, başkasının hakkını gasp ederek sırada öne geçme, trafikte kaynak marifet ya. Yine önden inilirken normalde sıralar çözülerek inilir; öndeki koltuklarda oturanlar beklenir. Bizde bu da olmadı: Arka sıralardan yine ön sıralardakilerin önüne geçmek ayrı bir marifet olarak kullanıldı.

Neyse sağ salim geldik ve bavullarımız da tamam olunca neşeyle evin yolunu tuttuk. Welcome to Turkey…Ankara, 08Tem16

ABD: Sistem İşliyor

A federal safety agency that investigates airplane failures, commercial truck mishaps and train derailments is taking a look at a Michigan road crash that killed five bicyclists to determine if lessons can be learned to prevent a similar tragedy.

bicycles

7 Haziran 2016 günü ABD Michigan Eyaleti Kalamazoo şehrinde yol kenarında bisikletler için ayrılmış şeritten gitmekte olan bir grup bisikletliye 50 yaşındaki bir Amerikalının kullandığı kamyonet çarpmış ve beş kişinin ölümüne bir çoğunun da ağır yaralanmasına neden olmuştu. Dünyada ve özellikle Amerika’da bisiklet olsun, koşu olsun, triatlon, jogging bu tip “outdoor” spor olaylarına katılım son yirmi-otuz yıldır hızlı bir şekilde artmakta. Bunda iletişimin gelişmesi ve insanların sosyal medya üzerinden birbirlerini etkilemeleri kadar artan refahla birlikte gelen obezite korkusunun da etkisi büyük. Türkiye’de de bir çok bisikletçi ve koşucu çok daha elverişsiz ve uygunsuz yollarda spor yapmaya çalışmakta ve sadece benim çevremde bile pek çok bu tip kazaya uğrayan var. Kaza olmasa bile sataşma ve her an bir sürücü ile gırtlak gırtlağa gelme durumlarından sabır çekerek kaçınabiliyoruz, ben ve sporcu arkadaşlarım.

Her ne olursa olsun bisiklet kategorisinde en korkunç bir olay olarak tarihe geçen bu kazanın nedenleri olarak sürücünün alkollü olma olasılığı ortada; sürücü yakalandı ve sorguda; epey bir ceza alacağından şüphe yok. Ayrıca burada yine bizde olduğu gibi takdir-i ilahi deyip bir-iki yılda salıverilme durumu da söz konusu değil.

Bu yazıda belirtmeye çalıştığım bizdeki gibi her kazanın ardından yazılan çizilen: “Sürücü direksiyon hakimiyetini kaybetti” ya da “Kaygan yol beş can aldı” gibi muğlak ifadelerle olayı geçiştirmek ve bir sonraki muhtemel kazayı önleyici tedbirleri düşünmemek şeklindeki yaklaşımdan ne kadar farklı hareket edildiği; ilk paragrafta olayla ilgili haberlerden bire bir alıntı yaptığım uçak kazaları, kamyon devrilmeleri ve trenlerin raydan çıkmalarını incelemekle görevli bir Devlet Güvenlik Biriminin bu kazayı mercek altına almış olması ve benzer trajedileri önlemek için bu olaydan çıkarılacak dersleri belirleme çalışmalarına başlamış olması ile ilgili haber.

Tabi burada olayın daha önceden önlenmesi, ne kadar gelişmiş olursa olsun bir ülkede her seviyeden insanların ve özellikle alkol, uyuşturucu etkisinde ne kadar tehlikeli olabileceklerini öngörerek gerekli tedbirlerin kaza öncesinden alınmış ve bu tip bir olayın yaşanmamış olması, şimdilik dünyanın en gelişmiş ülkesi* sayılan ABD için, çok daha beklenen bir durum olarak değerlendirilebilirdi. Ancak ABD yaşam tarzı ve kurulan demokratik sisteme göre** kişinin o işi yapabileceği yönde emareleriniz olsa da delil olmadan bir işlem yapamıyorsunuz. Diğer taraftan bu ve bunun gibi binlerce olayın da birer birer öngörülüp önlem alınması da zor. Gördüğüm kadarı ile burada (ABD) bir sistem kurulmuş ve herkesin bu sisteme uyacağı varsayımına göre insanlar yaşamlarını sürdürüyor. Örneğin yaya geçitlerinde, yol ayırımlarında tüm araçlar gece-gündüz, diğer tarafta araç olsun olmasın “STOP” işaretine uyarak durması ve ondan sonra tekrar hareket etmesi beklenmekte. Bu düzen üzerine yaya geçidinden geçen yayalar uzaktan arabayı görse bile onun duracağını düşünerek yada düşünmeden otomatik olarak yola çıkar.  Bir aracın durmaması için bir önlem yok, sadece sistem ve muhakkak bir ceza verileceği korkusu, ayrıca insanlara saygı rol oynuyor. Sistem ilk önce kurulmuş, sonra yaşanan olaylardan ders alınarak muhakkak eklemeler ve değişikliklerle en iyiye doğru yönlendirilmeye çalışılıyor; en azından bunu yapacak yine bir sistem, kurumlar ve bilinç mevcut, diye düşünüyorum.

Bundan sonra mecburen araba yollarına yakın seyreden bisikletçiler ve uzun mesafe için egzersiz güzergahını buraya yönlendiren koşucular buraları kullanmaktan kaçınır mı? Hiç sanmıyorum… Reading, 16 Haziran 2016. 

* Burada ABD için belirtilen en gelişmiş sıfatı tartışmaya açıktır; hangi açıdan en gelişmişi vb. ** Anayasanın birinci ek maddesinde yer alan yer alan hak ve özgürlükler kapsamında.

 

 

 

 

 

 

Nostalji

Her zaman bahçe işi ile uğraşan Amerikalı komşumlarımızı “grand-tuvalet” görünce merakla sordum “bu ne hal?” diye; “torunumuzun anaokul mezuniyet töreni vardı” diye yanıt aldım. Sonra yakındaki bir ilkokula (Barrow Elementary) , orta ve liseye (Parker School) vereceklerini söylediler; yani sonraki oniki sene hangi okula gideceği belli. “Zaten” dedi büyükanne “babası da aynı okullara gitmişti, ben de aynı okuldan mezunum”. Yaş yetmiş, okulu, çocukluğundan beri oturduğu evi, evinin önündeki ulu ağacı, yolu, çevre hep aynı. Senin baban da mı bu okula gitti diye sormadım artık. Amerikanın tarihi nedir ki, 1600 yıllarına ancak gider deriz, bizim binlerce yıllık tarihimizden dem vurarak mesnetsiz sohbetlerimizde. Ancak burada o kadar çok ev tarihi olarak işaretlenmiş ki. Hepsinin duvarında da inşa tarihleri yazıyor; 1600, 1700’lü yıllı. En çok da bir tek dalının kesilmesi bile yasak olan yüzyıllık ağaçlar, sanırım nesillerin hatıralarını saklıyorlardır ulu gövdelerinde. Bizde 15-20 yıllık evler eski kabul edilirken, burada satılık evlerin çoğu 50 yaşından fazla, belki biraz restore edilmiş o kadar.

Birden gerilere döndüm, binlerce yıllık tarihe sahip ülkemize; Karabük’te gittiğim ilk ve ortaokulum yıkılmış, yerinde yeller bile esemiyor; çünkü üzeri asfalt ve arabalarla dolmuş, Atatürk İlkokulu ve Merkez Ortaokulunun. Karabük. Anadolu’nun pek de büyük olmayan bir şehri, ne kadar sanayileşmiş olsa da, sanki başka yer yok araba yolu geçecek üzerinden. İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerdeki durum çok daha büyük çaplı; ne okul ne ev, ne tarihi bir eser kalmış. Kalanlar da kale duvarlarından kat kat yüksek sevimsiz, zevksiz birbirinin aynı apartmanlar arasında kaybolmuş. Sonradan gittiğim tarihi Deniz Lisesi, Harp Okulunun yerine taşınmış, Harp Okulu da Tuzla’ya kaymış. Allah’tan binalar duruyor diyecektim, ancak en son görenler buraların içler acısı halinden bahsediyorlar; bakımsızlık, ilave gecekondu binalar nostalji duyulacak bir görünüm bırakmamış yerine hüzün ve hayal kırıklığından başka. 

Sadece binalar mı? Sistem diye bir şey kalmamış, her yıl değişen ve bilime, medeniyete, gelişmişliğe karşı kılıç çekmiş bir karmaşa. Çocukların bir yıl bile sonrasında hangi okula hangi sistemle gideceği belli değil, bu kadar emek, stres ve harcamaya karşın. Mantar gibi biten özel okullar, vakıf ( 😛 ) üniversiteleri, yılların emeği ve verdikleri binlerce öğrenci deneyimi üzerine bina edilmiş meşhur ya da daha az meşhur okulların temelleri üzerine çörekleniyor, içleri boşaltılmış sadece beton ve çelik biraz da yabancı mobilya, elektronik materyal ve fayanslarla. Sadece yabancı okullar biraz kalabiliyor: Robert Koleji , Üsküdar Amerikan Koleji , Alman Lisesi, Georg Avusturya Lisesi, St. Joseph Fransız Lisesi, Notre Dame De Sion Fransız Lisesi, İtalyan Lisesi, Saint Benoit Fransız Lisesi, Saint Michel Fransız Lisesi, Galileo Galilei İtalyan Lisesi gibi.

Sadece okullar mı? Çocukluğumuzun geçtiği ev, sokak, top sahaları, sinemalar; hepsini yıktılar, yıkıp yaptıklarını tekrar yıkıyorlar sadece para için. Ankara’da, İstanbul’da adı Bahçelievler olan semtler, gerçekten duvarlarından güller fışkıran evlerle dolu idi, daha 30-40 sene öncesinde bile. Ankara’dakiler yine yıkılıp dört katlı yapılıyor etraflarında göstermelik bahçeye benzetilen alanlar ile. İstanbul tam bir felaket; evler yan yana dizilirken gökyüzü sadece iki yandaki apartman duvarından dolayı kafamızı doksan derece yukarı kaldırınca görülebilir halde. Gidilebilecek kamu bahçe ve parkları ise sadece cep şeklinde ve yine “…mış gibi”.

Çocuklarımıza göstermek için bile mostralık en ufak bir kalıntı bırakılmamış. Halbuki gelişmiş ülkelerde hala Orrtaçağ’daki yapılar ve mimarisi ile çivi çakılmadan kalan binalar, bahçeler, ağaçlar ile dolu ve bunlar bir nevi kutsal emanetler gibi korunuyorlar. Geçmişinden bu kadar kısa sürede bu kadar kopuk hale getirebilmek bir memleketi, tümüyle sadece bizim kültüre mahsus olsa gerek. Bu konuda da gıpta ettim Amerikan komşulara…Reading, 14 Haziran 2016.

Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun

Sonunda tuz bastım gönül yarama
Nice dağlar koydun, nice, arama
Seni terk edip de gitmek var ama
Ah bu şarkıların gözü kör olsun

Belirli bir yaşa kadar bir yere bağlı kaldıktan, oraların kültürünü, değerlerini aldıktan sonra, çok daha iyi bir çevre ve karşılaştırılabilecek farklı değerlere rağmen başka diyarlar yavan kalıyor. Kişiden kişiye değişse de, yeri değiştirilen ağaç gibi ayakta kalma olasılığı daha düşük gibi geliyor insana. Belki bu yüzden yaşamla ilgili kararları çok daha gençken almak daha faydalı, özellikle yaşanacak yer, meslek seçimlerinde. Sonradan ortama uymada çok sorunlar olabiliyor: İlk olarak yaşamsal ihtiyaçlar için buradaki sisteme dahil olabilmede ya önemli bir birikim ya da iyi bir iş gerekli. Kendi ülkendeki sosyal güvenlik geliri buranın sisteminde pek fazla katkıda bulunamıyor (Halbuki tersi geçerli: Örneğin ABD ya da Almanya’dan emeklilik maaşı alan bir kimse, bu maaş en alt seviyeden bile olsa Türkiye’de önemli bir gelir haline dönüşüyor.) Daha sonra barınma konusunda: Buralarda evler çok pahalı ancak gençlikten ihtiyarlığa kadar gelirini bağladığın bir “mortgage” sistemi buna olanak tanıyabiliyor. Bu da belirli bir yaştan sonra buralara gelenler için ev alma olanağını ortadan kaldırıyor, babadan miras kalmadı ise.

Sokakta insanlar çok kibar, saygılı ve düzen tıkır tıkır işliyor. Ancak bu düzenin yeknesaklığın ve daha az samimi oluşun, ülkendeki alışkanlık ve sıcaklığa göre yavan kaldığını hissedebiliyorsun. En ufağından en büyüğüne kadar dertlerinle baş başasın. Gerçi Türkiye’de de nasihatten başka yardım alamasan da en azından dinleyecek birilerini bulabiliyorsun. Yılların getirdiği alışkanlıklar, düzensiz ve pis de olsa çevre, insanlar daha sıcak gelebiliyor. Ortak alanlarda barbekü yapanların yanından geçerken sanki birisinin “buyur ağbi kokmuştur” demesini bekliyorsun, ya da parkta torunları oynatırken, bir yerde otururken karşılaştığın kimselerden “hemşerim nerelisin? İçinden mi ?” diyeceğin geliyor. Gerçi burada da sora biliyorsun daha büyük çapta: Hangi memleketlisin diye, başlangıçta tahmin yürütsen bile, Hintli-Pakistanlı, Çinli-Koreli. Ya da şimdilerde sistem değişmiş, paralısı, uzmanlığı devreye girmiş bile olsa hâlâ tertibin kaç diyesin geliyor bazen, fakat hemen kendine geliyorsun.

Bütün bu değerler daha çok hisle ilgili, sanal. Salt ekonomik açıdan, olanaklar ve sistem bakımından, zenginlik, çevre bir çok alanda somut olarak bir çok üstünlükler olsa da belirli bir yaştan sonra zor oluyor alışmak, sanırım. Ancak gençken ilk nesil olarak burada işe, okula başlamış olmak ya da doğuştan itibaren kendini bu sistemin içinde bulmak ve buna göre yetişmek farklı olsa gerek; burada doğanlar zaten doğrudan vatandaş olarak burada kalmışsa kargadan başka kuş tanımayacağı için, doğrudan bu düzenin içinde yetişince geri dönüşü olmayan bir yol olmuş oluyor.

Sanki oradaki kargaşa, itişme, üzerine doğru araba sürenler, her yere gelişigüzel park edip yolu, trafiği engelleyenler, kötü kötü suratına bakan magandalar, marketlerde, sinemalarda nereden çıktı bu adamlar diye bakan çalışanlar, hileli yiyecekler, tarihi geçmiş malları yeniden ileri tarihli damgalayarak sunan firmalar, içinde tek tırnaklı etleri çıkan sucuk, sosis haberleri, saçma sapan televizyon dizileri, delik deşik yaya kaldırımı olmayan olsa da her an takılıp düşme riski olan yürüme yerleri, ağaçların yerini çoktan almış yüksek binalar, göremediğin gökyüzü, yeşil, mavi renkler, hiç yıkanmayan kirden camları bile kapanmış belediye otobüsleri, deli gibi giden dolmuşlar ve özellikle de öğrenci servisleri, her gün gelen “şoförün direksiyon hakimiyetin kaybetme” sonucu şu kadar kişinin öldüğü haberler, her gün bir yerlerde bombalama, şehit haberleri alışkanlık mı yapmış ne.

Bir de şarkılar, gözü kör olası şarkılar var. Gerçi internetten artık tüm şarkıları canlı ya da youtube’lü izleyebiliyorsun, ancak sanki farklı oluyor burada dinlemek, anne-baba ile, kardeşlerle, çocuklarla, tanıdıklarla, akrabalarla.  … Reading, 06 Haziran 2016