Yitik Yaşamlar…part I

Ondört yaşında hele küçük bir Anadolu kentinin, eskinin her şeyden mahrum bir bölgesinde, ortaokulu bitirmişsin. Birden kendini, ülkenin en büyük kentinde ve o zamanlar için en büyük güç olarak etkinliğini hissettiren bir gruba ait bir kurumda buluyorsun.  Daha önce aynı ortamın daha ilkelinde yetişmiş ve sonrasında birazdan hikayenin devamındaki diğer yaşam evrelerinden geçmiş, bu nedenle psikolojisi bozulmuş; fakat buna rağmen daha da bozuk nesiller yetiştirmek amacıyla buralara gönderilmiş aslında destek olma görevi olan fakat bunu kendi tedavisi için kullanan, o zamanki yaş itibarı ile çok büyük despotların elinde teslim edilmişsin.

Yaşam aslında bazı evrelere bölünmüş çok basit ve rastgele, şansa bağlı bir döngü; bugünkü genetik ve teknolojik düzeye göre. Bu evreler: Çocukluk, okul yılları, çalışma dönemi ve emeklilik. şeklinde sıralanabiliyor; çok farklı alt sınıflama ve ayrıntılarla. Bu evrelerin her biri, her ülkede her insan için farklı bir şekilde daha da alt evrelerden ve olaylardan oluşuyor. Evre, alt evre ve bunların içini dolduran olaylar, gelişmiş ve sistemi oturmuş ülkelerde daha birbirine benzer ve öngörülere, beklentilere yakın bir şekilde yaşanırken; gelişmişlik derecesi düştükçe olasılıklar artmakta, öngörüler ve planlar, eğer varsa, daha az düzeyde gerçekleşmekte.  Bir alt evreden diğerine geçişte çok çeşitli seçenek, olasılık söz konusu; buna göre ilk evreden son evreye gidene değin yüzlerce kombinasyon. Okul evresi ilk basamak. Bu bölüm yaşamın en taze, en heyecanlı, en çok öğrenilen ve zevk alınanı olması gerekiyor. Sonra çalışma yaşamı; burada da okul evresine bağlı olmak üzere daha değişik temel olaylar, acılar, sevinçler, kazanımlar yer alıyor. Son evrede ilk evrelerden elinde kalanlarla avunduğun ve vakit geçirdiğin dönemi oluşturuyor. Bu evrelerin bazısında fazla bazısında görece daha az yararlanılabiliyor. Fakat her üç evrende de en alt olmasa da ortanın altı değerler sunan bir ortama geri dönüşü zor bir şekilde girmek, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek, maalesef biraz şanssızlık olarak addedilebilir, bazıları için.

İkinci Evre Ortaları: Lise-Yüksekokul
Sevincini ve gururunu daha çok büyüklerin sahiplendiği Deniz Lisesini ya da diğer bir askeri okulu kazanmış olmak bu yolun başlangıcını oluşturuyor. Maddi ve manevi olarak bazı avantajlar varmış gibi görünen bu olayda aslında çok önemli kayıplar söz konusu. Yaşamın en güzel evresi tam bir baskı ve insan doğasına aykırı bu yerde harcanıyor. Meşhur Alcatraz Adası benzeri bir yerde taş binaların arasına güya yetiştirilmek üzere kapatılıyorsun. İnsan beyninin düşünme, sanat, yaratıcılık, sosyalleşme ile ilgili tüm sinopsis bağlantısının oluştuğu bu evrede ve bu yerde düşünmek yasak; zaten düşünülmesin diye günlük program, adına da eğitim demişler, o kadar tıkıştırılmış ki; sabah altı akşam on bazen oniki. Sosyalleşme, insan ilişkisi sıfır; her kes erkek, gençlik doğasına aykırı, hocalar bile. Taş duvarlar arasında zaten 15-20 kişi bir arada yatıyorsun; dünyanın en güzel adasında, coğrafyasında, manzarasında; fakat adaya çıkıp yürümek yasak olduğu bir düzende. Sanat, müzik zaten komik kelimeler. O zamanlar çıkan el radyoları görüldüğü yerde imha ediliyor. Melbusat denilen devlet tarafından verilen giysiler en kötüsünden. Bunların haricinde bir mendil bile sokmak yasak (Şimdilerde resmi olarak kapıdan çıkaramıyorlar her nedense, korku olabilir).  Sıcak su sadece hafta sonları belirli saatlerde akıyor ortak duşlarda; fakat elbiselerin ve çamaşırlarının bembeyaz olması bekleniyor. İstanbul’da ailesi olanlar yine o zaman için Cumartesileri öğleden sonra- Pazar akşamı arası izinlerinde bu işi halledebiliyorlar; ancak ailesi yakında olmayanlar her ne kadar çamaşırhane denilen yerlere gönderebilse bile, bazı parçaları kendileri yıkamak ve ütülemek zorunda kalıyor; üstelik o zamanların ketenden yapılmış ve ütü tutmayan kumaşlarını.

Sosyal yaşam yok demiştim: Kantin yok, o zamanlar TV yok ya da son zamanlarda gelmiş, spor mecburi olarak yaptırılıyor; fakat kimsenin hangi spora yatkın olduğuna bakılmadan sadece adet yerini bulsun, tüm ülke kültürü gibi “…mış gibi yapmak”. Üstlere, etrafa spor yapılıyor denilmek için. Spor hocası sadece basketbol ile ilgili, diğerleri üçüncü sınıftaki daha çocuk sayılabilecek onaltı yaşlarındaki uzman 😀  antrenörlerin elinde yetişiyor. Spordan sonra duş alma imkanı yok; o ter ve yorgunlukla “etüt” için beton zemin ve demir masalardan ibaret sınıflara kokulu kokulu tıkıştırılıyor. Bu nedenle de doğuştan yetenekli ve uygun bir kaç kişinin kendi çabası dışında mevcut üç tane askeri okul arasında bile sportif bir başarı yok. 

Müzik saati zaten göstermelik bir saat her yerde olduğu gibi. Bunun dışında zaman, enstrüman, teşvik, bunun için bir organizasyon düşünülmemiş; zaten bu ortamda da ne müzik yapılır ya. Karabük gibi bir yerde bir işçi çocuğu olarak keman çalmaya başlamış olmama rağmen, Türkiye’nin en büyük kentinde, en medeni denilen bir kurumda bu olay devam edemiyor.

Dersler tam bir felaket. Öğretmenler o dönemin şiddet ortamına uygun fakat daha üst perdeden hareket edebiliyorlar. Maksat bir şey öğretmek değil zaten. Dayak serbest. İsteyen öğretmen ve sınıf subayı diye görevlendirilenler istediklerine dayak atabiliyor, eğitim aşkına. Derslere nefretle giriliyor. Hocalara isimler zaten takılmış. Klasik lise müfredatına eklenmiş özel dersler yükü daha da ağırlaştırıyor. Bitmedi bir de askerlik diye piyade eğitimi verilmeye çalışılıyor arada. Daha da bitmedi: Yıllık eğitim süresi bir ay uzatılıyor; neymiş daha iyi eğitim olacak. Halbuki yalan; o sırada başta olan kendini göstermek için hiçbir bilimsel ve insani dayanağı olmayan böyle bir uygulamayı yine o zaman ki ortam gereği MEB’na  ve üst makamlara kabul ettirebiliyor. Bu şekilde hiç yaz tatili kalmıyor; tatil olursa zararlı alışkanlıklar edinilebilir, ondört-onaltı yaşındaki gençler gevşeyebilir. 

Şimdi en kötüsü geliyor: Sınıf Subayı olarak atanan ve esas görevi rehberlik, çocukları yetiştirmek, yönlendirmek, mesleği sevdirmek, vatanı sevdirmek olan kişi ruh hastası. Adını bile burada anmaktan imtina ettiğim kişi iki yıl tüm psikopatlığını, kontrolsüz ve kayıtsız şartsız kendisine teslim edilen 150’ye yakın çocuğa işkence yapıyor; dayak, kötü söz, izinsiz bırakma, gece yarılarına kadar ayakta tutarak kendi sorunlarını dinletme. Akla gelebilecek her türlü fiziki ve psikolojik işkence. Bu arada tabi hali vakti yerinde olan, aklı başında, vizyon sahibi olanlar hemen ayrılıyor: Geriye eli mecbur, maddi olarak, anne-baba baskısı, o zamanki anarşi ortamından çekinenler ve gelecekte iyi bir meslek edineceğini zanneden, üniforma etkisinde olanlar ya da hiç bir şey düşünmeyenler bu ortamda kalıyorlar. Bu kişi de iki yıl hiç bir ikaz almadan, üstlerinin bilgisi dahilinde işkenceye devam ediyor, her gün icat ettiği yeni yöntemlerle.

Sonuç:Edebiyat Hocası sayesinde edebiyattan nefret eden, 21.nci YY en önemli konusu haline gelen genetik kökeni biyolojiden yine hocası nedeniyle sadece “at kestaneleri ve triyponosoma gambiensa” kelimeleri kalan; bunlar da gırgır olsun diye oksa bilimsel olarak bir bilgi yok, kimya hocası ve kimya deyince pasaklı ve dayakçı biri akılda kalan, spor deyince demir dolaplar ve ter kokuları sinen bir çocukluktan-gençliğe geçiş olgusu. Bu dönemde bozulan psikolojik dengeler 60 yaşına kadar bile yerine gelemiyor; bu konunun üçüncü evrede ortaya çıkan semptomların temeli olduğunu düşündürüyor.

Bu şartlarda psikolojisi, kimyası ve fiziği istenen kıvama getirilen gençler, büyük bir tantana, tören ve gazla yüksek kısma geçiyor. Bu arada zengini, uyanığı ayrılıp üniversiteye gidiyor. Bu dönemde üniversite ortamı terör ve anarşi nedeniyle hayli tehlikeli olduğundan bu okulların belki bu açıdan ve tabi ki ekonomik olarak avantajlı olduğunu belirtmek lazım.

Yüksek okul, üniversite seviyesinde değil. Zaten daha sonra kurumsal güç kaybı ile birlikte hiç bir kılıfa uydurulamadığından öyle arada bir derece alınan bir yer. Dersler karmakarışık, tam bir türlü. Hem denizci, hem mühendis, hem asker, hem politikacı, hem ekonomist hem makineci yetiştirilsin diye her türlü dersin tıkıştırıldığı bir program. Hocalar da genelde yine bu okulu bitirmiş fakat daha sonra ABD’de lisans-yüksek lisans eğitimi görmüş kişiler; yani yine aynı kısır döngü içinde kalınmış. O zamanlar nadiren dışarıdan birileri ders vermeye geliyor. Burada da dayak serbest; ilave olarak çok büyük suç işleyenlere (örneği yasak yerde sigara içenler) oda hapsi cezası bile var. Ancak, hem biraz daha yaşça olgunluğa erişildiğinden ve lisedeki baskıdan biraz daha azına maruz kalındığından ve de mezun olmaya az kala bu baskılardan tamamen kurtulmak ümidiyle biraz daha çekilebilir bir ortam.

Bu dönemin finali de başlangıcı gibi; eğitim yapıyormuş maksadıyla konulan SAVARONA ile yurt dışı gezisi, yine gemideki görevliler ve bunları gönderenlerin, o zamanlar karaborsa olan içki, parfüm, kot hatta oyuncak ithal organizasyonuna dönüşmüş gibi. Gemiye yüklenen malların fotoğrafını çektim diye elimden makine alınmış, içindeki filmler imha edilmişti. Bendeki de çocukluk işte, vatan kurtaracağız ya. Eğitim kısmını pek hatırlamıyorum, ancak Avrupa ülkelerini bu genç yaşta görmüş olmamız o zamanlar için büyük nimetti.

Devamı Gelecek…

Üçüncü Evre: Görev-Part II

Dördüncü Evre: Emeklilik-Part III

“Yitik Yaşamlar…part I” için 4 yorum

  1. Sevgili Cengiz;

    Senin yazdıklarını okuduktan sonra daha önce anılar kitabım için yazdığım biz yazıyı seninle ve okuyucularınla paylaşmak üzere buraya aktarmak istedim.

    Sevgilerimle

    Bülent AKSARAY

    KAYBOLMUŞ YILLAR DENİZ LİSESİ ( 1970-1973)

    İster kabul edin, ister etmeyin; Deniz Lisesi bizlere çok şeyler kattığı gibi bizlerden çok şeyi de alıp götürdü. Meslekte iken de her yerde yüksek sesle Deniz Lisesi’nin kaldırılması gerektiğini ifade ettim. Genelde bu düşüncelerimin kabul birçok kişi tarafından kabul edildiğini gördüm; ama sonuçta bir değişiklik olmadı.

    Deniz Harp Okulunda sınıf subayı olduğum yıllarda karşılaştığımız bir tablo sizlere bu konuda bir fikir verecektir diye düşünüyorum. Deniz Harp Okulu 3 üncü ve 4 üncü sınıfta birlikte olduğum öğrencilerimi teğmen olarak mezun ettikten sonra; tekrar Harp-1 sınıf subayı olduğumda karşılaştığım durumu sizlerle paylaşmak istiyorum. Deniz Lisesi’nden gelen yaklaşık 1/3 öğrencimiz ya Deniz Harp Okulu’na başlamadan ayrıldılar ya da yıl içinde disiplin puanlarını kırdırıp okuldan ilişik kestiler. Aslında büyük emeklerle Deniz Lisesi’nden mezun ettiğimiz öğrenciler Deniz Harp Okulu’ndan mezun olmadan bahriyeden ayrılıyorlardı.

    Yine kendi dönemimize dönersek; tam gelişme çağımızda bütün özelliklerimiz ve kabiliyetlerimiz adeta yok edildiğini ve törpülendiğini söylersem yanlış olmayacaktır. Lise 1 ve Lise 2 de üst katlara sıcak su çıkmadığı için yıkanamazdık. Acaba sınıf subaylarımız tulumba/motor sorunundan kaynaklanan bu sorunu yıllarca niye çözememişlerdi? Okul idaresi ne yapıyordu? Sindirilmiş olmamızda böyle konulara itiraz dahi edemiyorduk…

    Psikolojimizle kimse ilgilenmedi? Sorunları olan insanlar olarak Donanmaya katıldık. Yaşadığımız travmalar etkilerini meslek yaşantımızın ve hayatımızın tüm evrelerinde kendini gösterdi. Bu eşlerimiz bir araya gelip bizleri değerlendirdiklerinde haklarımızda o kadar çok olumsuz tespitlerde bulunuyorlar ki…

    Onlarca arkadaşımız sarılık oldu. Lise dönemimizde İstanbul’da kolera salgını vardı. Şansımız varmış koleraya yakalanmadık.

    Her birimiz binlerce kişi arasından sınav kazanarak okula kabul edildik. Çoğumuz ortaokulu büyük şehirlerde okumuştuk; hatta okullarımızın birincileri idik. Şimdi size soruyorum: sınıfımızda müzik aleti çalan kaç kişi var? ressam var mı? beste yapan şiir yazan, kitap yazan var mı? kaç kişi doktora yaptı, kaç kişi profesör, doçent, oldu kısaca başarılıdır diyeceğimiz; haksızlıkta etmeyeyim ama örnek göstereceğimiz herkes tarafından tanınan, ülke kamuoyunca bilinen bir arkadaşımız var mı? kısacası yazık oldu bizlere…

  2. Sevgili Cengiz,
    Müthiş bir özet yapmışsın. Bizler için yapılabilecek fazla bir şey yok… Dilerim, yeni nesilleri yetiştirecek olan kişiler/kadrolar senin linkte gönderdiğin yazıyı kocaman bir mercek altına alıp inceler ve buna uygun işler yaparlar.
    Sevgiler, selamlar.
    Cihangir.

  3. Dünyada doğru olarak bilinen herşey bunu sezenlerin yorumunda değer taşır. Doğruyu zaman ve evrensel doğrular belirler. Peygamberler insanlığın rehberleridir ve gerektiği zaman Yüce Allah gerçekleri insanlara öğretir.

    Yazılanlar bakış açısı olarak doğruluk taşısa da bu o zamanın yönetenlerinin kapasitesi olarak algılanmalıdır. Bizler daha iyisini yapabildik mi? Dünya insanlardan saklanan doğruları gizlerken Altın Çağı bunun için bekliyor.

Bülent AKSARAY için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et